Julian Baggini (1968)
Ateizm
Öncelikle, neden bu kadar çok insanın ahlak için Tanrının gerekli olduğunu düşündüğü üzerine eğilmeliyiz. Bu sözde gerekliliğin ifade ediliş biçimlerinden biri, ortada ahlak yasası olabilmesi için bir tür yasa koyucu olması gerektiğidir. Yasa yapmak için bir yasama organını (genellikle bir parlamento) gerektiren insan yasalarıyla bir benzerlik kurulabilir.
Bu argümandaki sorun, iki farklı şeyi, yani yasa ve ahlakı birbirine karıştırmasıdır. Ahlak, yasadan ayrı bir şeydir. Ahlak, adil yasaların çıkarılmasının temelidir ama bizzat yasaların kendisi ahlakı oluşturmaz.
Ahlak yasalarının gerçekten ahlaki olduğunun garantisi nedir? Öyle olmalıdır, çünkü ahlak yasalarını yapanlar ahlaki sınırlar içindedirler. Ama durum böyleyse, mantıken, ahlak yasama organından önce gelir. Eğer yasa yapıcı Tanrıysa, Tanrının yasaları ancak Tanrıdan bağımsız olan ahlaki ilkelere uygunsa ahlaki olacaklardır.
Euthyphron başlıklı bir diyaloğunda, Platon, bu noktayı son derece açık bir biçimde ele alır. Bu diyalogda Sokrates şu soruyu sorar:
“Tanrılar iyi olan şeyi, o şey iyi olduğu için mi seçerler, yoksa iyi olan şey, Tanrılar onu seçtiği için mi iyidir?”
Eğer ilk seçenek doğruysa, bu, iyinin Tanrılardan (ya da Tanrıdan) bağımsız olduğunu gösterir. Ama ikinci seçenek doğruysa, o zaman bu, neyin iyi olduğu fikrini keyfi kılar.
İkinci seçeneği biraz daha irdeleyelim; mesela işkenceyi ele alalım ve Tanrının işkenceyi iyi bir şey olarak seçtiğini düşünelim. Bu elbette saçmadır ama saçma olmasının nedeni, bizlerin işkencenin yanlış olduğuna ve bu nedenle Tanrının hiçbir zaman işkenceyi seçmeyeceğine inanmamızdır. Ancak, bunu kabul etmek, doğru ve yanlışa karar vermek için Tanrıya ihtiyacımız olmadığını kabul etmektir.
Kanımca, euthyphron ikilemi, ahlak için Tanrının gerekli olduğu düşüncesine karşı çok güçlü bir argümandır.
Andre Comte-Sponville (1952)
Büyük Erdemler Risalesi
Doğal halde adalet yoktur, doğal adalet de yoktur; her adalet insanidir. Toplum ve kültür olmadan adalet yoktur.
Adalet eşitlik anlamında da kullanılır ancak eşitlik her şey değildir. Tüm sanıkları aynı cezaya çarptıran yargıca adil denebilir mi? Ceza, suçla orantılı olmalıdır. Doğru, ama hangi ölçüye göre? Bunun için bir ilke gerekir ve bu ilke hakkaniyettir.
Hakkaniyet, yasanın genelliğini, somut durumların tekilliğine uyarlamayı sağlar.
***
Yasa yasadır, ama adalet demek değildir.
Yasa yasadır, ama yasalara itaat edeceğiz diye gerçek adaletten vazgeçmek kabul edilemez.
Yasalara saygı göstermek, evet; ama adalet pahasına değil.
***
Basiret, tüm diğer erdemlerin koşuludur; o olmadan hiçbiri ne yapacağını bilemez.
Basiret bir tür bilgeliktir; pratik bilgelik ya da eylemde bilgelik.
Basiretli insan dikkatlidir; yalnızca olup bitene değil, olabilecek olana da dikkatlidir.
Basiret, kahramanlığı gözükaralıktan ayıran şeydir.
Basiretsiz ahlak, nafile ahlaktır.
Susan Blackmore (1951)
Bilinç Üzerine Söyleşiler
Özgür irade üzerine:
Doğrusu, özgür irade sahibi olmanın ne anlama geldiğini gerçekten bilmiyorum. Bir şey yapmak istediğimde çoğu zaman o şeyi yaptığımı biliyorum; mesela aşağıdaki manava gitmek istersem, biri bana mani olmazsa, gidebilirim; o halde özgürüm.
Fakat birileri çıkıp şunu söyleyebilir: “Ohoo, yapmak istediğin şey, yani manava gitmeyi istemen gerçeği çoktan belirlenmişti zaten ve bu yüzden özgür değilsin.” (David Chalmers)
***
Beyinlerimizin çizgisel olmayan dinamik sistemler olduğunu biliyoruz. Bu ise, insan beyninin öngörülemez bir sistem olduğu anlamına gelir. Yani kimilerinin iddia ettiği “Bizler aslında robotuz” hikayesi insanları çok da korkutmamalı. İnsan “belirlenmiş” bir yapıda da olsa, öngörülemez olması nedeniyle, robot gibi çirkin bir sıfatı hak etmez. (Paul Churchland)
***
Ben özgür irademiz olduğunu savunuyorum. Özgür irade ile neyi kastediyorum? Benim açımdan anlamlı olan şeylerle ilgili bir değerlendirme yapıp karar verebileceğimi kastediyorum.
Bu özgür irade modelinde, otonom bir özne yatıyor. Öznenin kendisi için önemi olan sebeplere göre hareket edebilmesi bağlamında bir otonomiden bahsediyorum.
Bir satranç oyuncusunu düşünelim. O hamleyi neden yaptı? Şöyle diyebiliriz: Saat işliyordu, öyle ya da böyle karar vermem gerekiyordu. Yeteri kadar düşündüm, artık hamle yapma vakti. Bu benim hamlem; en iyi hamle olmayabilir, belki pişman bile olabilirim, bir kaç saniye sonra belki daha iyi bir hamle aklıma gelebilir. Ama yapabileceğimin en iyisi buydu. Bu benim seçimim, benim hamlem bu. (Daniel Dennett)
***
Hukuki açıdan özgür iradenin mevcut olduğu varsayılır. Buna dayanarak insanlar cezalandırılır. Peki bu özgür dediğimiz irade, gerçekten özgür müdür? Bunun oldukça zor bir soru olduğunu düşünüyorum
Metafizik bağlamda özgür irade, kendisini önceleyen bir fiziksel etkinin yokluğunda gerçekleşen eyleme işaret eder. Bilim insanları olarak bunun mümkün olamayacağını biliyoruz.
“Özgürüm” dediğimde, eylemlerimi belirleyenin bir başkası ya da kader değil; benim genlerim, benim yetişme tarzım, benim arzularım, benim tercihlerim olduğunu kastederim. (Christof Koch)
***
Hepimiz özgür irademiz olduğunu düşünürüz. Asıl mesele, bizlerde özgür iradenin nasıl var olabildiğidir.
Şu veya bu kararı alırken önümde çeşitli gerekçeler bulunur ama arkama yaslanarak bu gerekçelerin beni öylece etkilemesine izin vermem. Hangisi üzerinden eylemde bulunacağıma ben karar veririm. Peki, bu nasıl mümkün olabilir?
Bence bir rasyonel fail varsaymak zorundayız. Bu bilinçli veya rasyonel faile ise “benlik” diyoruz. Kısacası, bir benlik varsaymadan özgür bir eylemi olası görmüyorum. (John Searle)
Slavoj Zizek (1949)
Hiçten Az
Hiçbir baba “gerçekten bir baba” değildir.
Her “gerçek” baba ya yeterince baba değildir, eksik bir babadır yani rolünü hakkıyla yerine getiremez; ya da fazlasıyla babadır, simgesel babalık işlevini lekeleyen mütehakkim biridir.
Baba her zaman ya çok fazladır ya da yetersizdir; ya varlığıyla fazlasıyla buradadır ya da ortada yoktur.
***
Elisabeth badinter, biyolojik açıdan aslında hepimizin dişi olduğumuzu iddia eder (× kromozomu tüm insanlığın örüntüsüdür, y kromozomu ise bir ilavedir, bir mutasyon değil).
Dolayısıyla kültürel bir şekilde oluşmuş “Ikinci cins” Kadın değil erkektir.
***
“Ölümden sonra hayat var mıdır?” şeklindeki o genelgeçer sorunun karşısına şu soruyu çıkarmak gerekir: “Ölümden önce hayat var mıdır?”
Bir materyalisti rahatsız eden mesele şu olmalıdır: Burada gerçekten hayatta mıyım, yoksa ot gibi, tek derdi hayatta kalmak olan bir hayvan gibi mi yaşıyorum?
***
Totoloji, şeyleri açıklığa kavuşturmak şöyle dursun, bir derinlik heyulası doğurur.
***
Ne zaman “yasa yasadır” deriz? Tam da yasayla adaletsiz, keyfi bir şey olarak karşılaştığımızda ve peşinden hemen şunu ekleriz: “Ama yine de, yasa yasadır.”
Nasıl ki “yasa yasadır” sözü tam tersini, yani yasanın keyfi şiddetle örtüşmesini ifade ediyorsa, “insan insandır” sözü de insanın insanla örtüşmemesine, insanın insanlıktan çıkma haline işaret eder.
Slavoj Zizek
Mutlak Geritepme
Bir adam genç ve güzel bir kadına evine kadar eşlik eder, dairenin kapısına geldiklerinde kadın adama “içeri gelip bir kahve içmek ister misin?” diye sorar. Adamın “ben kahve içmem” yanıtına kadın gülümsemeyle karşılık verir: “sorun değil, kahvem yok zaten …”
Bu yanıtın erotik gücü, utandırıcı doğrudan bir cinsel daveti, cinselliğin adını bile anmadan ifade etmesinde yatmaktadır.
***
Winston Churchill’in demokrasi latifesini bilmeyen yoktur, genelde şöyle aktarılır: “Demokrasi en kötü yönetim şeklidir, geri kalanlar hariç.”
Bu sözlerin altında yatan mantığı ifade etmenin en iyi yolu, Lacan’ın bir formülünü uygulayıp bu deyişi yeniden yazmaktır: “Demokrasi bütün sistemler arasında en kötüsüdür; ancak demokrasiyle kıyaslandığında diğer sistemlerin her biri daha kötüdür.”
Olası bütün sistemleri değerlerine göre ölçtüğümüzde, demokrasi en kötüsüdür ve sonuncu olur; ancak demokrasiyi diğer bütün sistemlerle tek tek kıyasladığımızda her birinden daha iyidir.
Yargı mantığında zaman zaman buna benzer bir paradoksla karşılaşırız: Üç kişinin güzelliğini kıyaslıyoruz diyelim; a, b’den daha güzel, b de c’den daha güzel görünüyor. Ancak a ile c’yi kıyasladığımızda, ufak bir özellikte güçlü bir kontrast olması a’nın güzelliğini mahvedebilir; c, a’dan daha güzel görünebilir.
***
Kierkegaard’ın “ölümcül hastalık” anlayışındaki paradoksu hatırlayalım: Asıl dehşet verici olan, günün birinde hiç iz bırakmadan toprağa karışıp gidecek basit bir fani olduğumuzu kabullenmek değil, ölümsüz olduğunu ve bu haliyle vicdanından ve işlediği günahlardan kaçamayacağını kabullenmektir.
***
“Sunset Bulvarı”, sinema tarihinin en esaslı diyaloglarından bir tanesine ev sahipliği yapar. Filmin kahramanı Gillis (William Holden) duvardaki büyük portreyi görüp Desmond’un bir zamanlar çok ünlü bir film yıldızı olduğunu anladığında, “Eskiden büyük lokmaymışsın” der. Desmond ise şöyle karşılık verir: “Ben hala büyüğüm. Filmler küçüldü.”
Bugün için daha da doğru değil mi bu? Eisenstein ve Lubitsch’in yarı unutulmuş klasikleri hala büyük filmler, ama sinema artık küçük. …
***
Her bir tarihsel konjonktürde şimdiki zaman asla şimdiki zamandan ibaret değildir, geçmişe dair bir perspektif de içerir.
Mesela, Sovyetler Birliği”nin 1991 de dağılmasının ardından, ekim devrimi artık aynı tarihsel olay değildir. Muzaffer liberal-kapitalist görüş açısından, ekim devrimi insanlık tarihinde yeni bir ilerleme çağının başlangıcı değil, 1991 de son bulan bir sapmanın başlangıcıdır artık.
***
Birisini statüsü, serveti vs. yüzünden değil, neyse o olduğu için sevmek gerektiğini söyleyen etik buyruğun nasıl kendi kendini baltaladığına dikkat çekmek isterim.
Bir yanda statüden, servetten doğan “sahte” aşk ile diğer yanda “gerçek” aşk arasında net bir ayrım yapmak mümkün değildir. Aşkın paradoksal doğasını kabul etmek gerekir: Tam da aşka gölge düşürdüğü düşünülen özellikler, aslında aşkı tetikleyen özellikler olabilir.
Slavoj Zizek
Antroposen’e Hoş Geldiniz
Birinci dünya savaşından bir anektod:
Alman ve Avusturya ordu karargahları arasında gönderilen iki telgraf mesajı şöyledir:
Almanlar: “Bizim cephede durum ciddi, ancak feci değil.”
Avusturyalılar: “Bizim cephedeyse durum feci, ancak ciddi değil.”
Çoğumuz, içinde bulunduğumuz küresel felakete gittikçe bu gözle bakmıyor muyuz?
***
Uzmanlara göre, artık insanlık tarihi – tabiat tarihi ayrımı ortadan kalmış ve insan, tabiat kuvvetlerinden veya jeolojik etmenlerden biri haline gelmiştir. Artık sadece dünyadaki türlerden biri değiliz, aynı zamanda doğal koşullardan biriyiz de. Bütünün (yeryüzündeki hayatın) kaderi, fiilen onun parçalarından biri olarak bizlerin yapıp ettiklerine bağlanmış durumda.
Bunun sonucu olarak, yeni bir kavram güncellik kazanmaya başladı: Antroposen. Bu terim, başlamış bulunan yeni bir jeolojik dönemi adlandırıyor.
***
Esas problem, gündelik gerçekliğin akışının gerçekten bozulabileceğine inanmayı bir türlü beceremeyen sağduyumuzda yatıyor. Sanki şöyle bir tutum içindeyiz:
“Gayet iyi biliyorum ki küresel ısınma tüm insanlık için bir tehdit oluşturuyor, ama yine de buna gerçekten inanamıyorum.”
***
Durumu daha da karmaşık hale sokan şey, ekolojik tehditlerin birçoğunun bizzat bilim ve teknoloji tarafından yaratılıyor olması. Bilim hem riskin kaynağı hem de bir çıkış yolu bulmak için yararlanacağımız kaynak.
Kapitalizm eleştirisinden yola çıkıp modern teknolojik uygarlık eleştirisine doğru üstünkörü genellemeler yapmaktan sakınmalıyız.
***
Bugün şu ikilemi yaşıyoruz: Ya doğal felaket tehdidini ciddiye alacağız ve eğer felaket vuku bulmazsa bize gülünç gözükecek adımları atacağız ya da hiçbir şey yapmayacağız ve eğer felaket vuku bulursa her şeyimizi yitireceğiz.
John Gray (1948)
Saman Köpekler
Antik çin ayinlerinde, içi saman dolu köpekler tanrılara adak olarak sunulurdu. Ayin sırasında bu adaklara büyük saygı duyulur, fakat ayin sona erip de artık onlara gerek kalmayınca ayaklar altında çiğnenir ve bir kenara atılırdı.
En eski taocu kitap olan tao te ching’de şöyle yazar: “Gökyüzü ve yeryüzü acımasızdır, bütün yaratıkları saman köpekler gibi görür.”
Eğer insanlar yeryüzünün dengesini bozarlarsa, ayaklar altına alınıp bir kenara atılacaklardır!
***
Hayatlarımızı bizler yazmıyoruz; bizde en derin izler bırakan olayların yarısının bile yazarı değiliz.
Hayatımızda en çok önem verdiğimiz neredeyse hiçbir şey kendi seçimimiz değildir. Doğduğumuz yer ve zaman, ana babamız, konuştuğumuz ilk dil – bunlar şanstır, seçim değil. İlişkilerimizi, olayların gelişigüzel sürüklenişi biçimlendirir.
Her birimizin yaşamı rastlantılar dizisidir.
***
Bilim sayesinde insanlar gereksinimlerini karşılar fakat insanları ahlaki açıdan değiştirmek için bilim bir şey yapmaz.
Bugün her zaman olduklarından daha farklı değildir insanlar; bilgide ilerleme olur ama ahlakta olmaz. Bilgideki artış, bizi, diğer hayvanlardan farklı olduğumuzu düşünmeye yöneltir, fakat tarih bize öyle olmadığımızı göstermektedir.
***
Freud tuhaf bir hakikatle bizleri yüzleştirmiştir: Herhangi bir insan için sevecenlik ya da acımasızlık, adalet duygusuna sahip ya da ondan yoksun olmak çocukluktaki rastlantılara bağlıdır.
Hakikatin bu olduğunu aslında hepimiz biliyoruz, fakat gene de iyi olmak herhangi bir insanın başarabileceği bir şeymiş gibi rol yapmaktan vazgeçemiyoruz.
Douglas Hofstadter (1945)
Ben Bir Garip Döngüyüm
A: Ben neden bu beyindeyim? Neden başka bir beyinde, başka bir vücutta değilim?
B: Senin “ben”in tam olgun haliyle ansızın var olan bir şey değil. Senin “ben”in, belli bir bedenin yaşadığı bir sürü olayın bir sonucu olarak yavaş yavaş ortaya çıkan bir şey.
A: Benim ne demek istediğimi anlamadın. Ben neden bu beyinle işe başladım da bir başkasıyla yola koyulmadım diye soruyorum.
B: Meseleyi anlamayan asıl sensin. Meselenin özü şu: Beyinde işe başlayan kimse yok, hiç kimse yok. Beyin yıllar içinde evrilip karmaşık bir hale geliyor ve giderek orada “biri” beliriyor.
A: Yani, “Ben neden buradayım da orada değilim?” sorusunu sormak anlamsız, öyle mi?
B: Evet. Bu soruya verilecek bir yanıt daha var ve bu senin canını hayli sıkacak. Aslında senin “ben”in hiçbir yerde barınmıyor.
A: Ne dedin, ne dedin?
B: Biraz önce, senin “ben”ini kendi kendini pekiştiren bir yapı, bir öykü olarak betimlemiştim. Ama şimdi onu, kendi kendini pekiştiren bir efsane diye nitelendireceğim.
A: Efsane mi? Ben bir efsane değilim ve bunu söyleyen de benim.
B: Biraz sabret. “Ben” dediğimiz şey müthiş bir yanılsama. “Ben”lerimiz, kendi kendini pekiştiren yanılsamalar. “Ben”lerimiz beyinlerimizin kaçınılmaz yan ürünleri.
A: Beynimin bana oyun oynadığını söylüyorsun. Kusura bakma ama, kime oyun oynuyor? Söylediklerin garipten de garip, çılgınca.
B: Kulağa çılgınca gelse de doğru olabilir. Bir zamanlar güneşin değil de dünyanın döndüğünü söylemek de pek çoklarına çılgınca gelmişti.
A: Yani, sana göre “ben”in varlığı konusunda da bakış açımızı değiştirebilmeliyiz, öyle mi?
B: Elbette. İddiam yeni ufuklar açabilecek bir görüş, ama sezgilere çok aykırı.
A: Farkında mısın, sen de konuşurken sürekli “ben” ifadesini kullanıyorsun. Konuşmamızın başından beri belki yüz kere kullandın bu kavramı!
B: Son derece haklısın. Tıpkı güneş “doğduğu” ve “battığı” için, güneşin bizim etrafımızda döndüğünü düşünmek gibi. “Ben” dediğimiz şey de, bir yanılsama olsa bile, vazgeçilmez bir kavram. “Ben” efsanesini zihnimizden atmak, “dönen güneş” efsanesini atmaktan çok daha zor. İnsanlık durumu, kendi doğası gereği, aslında bir efsanelere inanma hali. Bu tuzağa saplanıp kalmışız.
…
A: “Ben” kavramıyla senin şu “garip döngü” dediğin kavram arasında hiçbir benzerlik görmüyorum.
B: “Ben” aynı anda hem elle tutulur çok somut bir biyolojik alt katmana hem de ele avuca sığmayan soyut bir psikolojik örüntüye gönderme yapıyor. “Acıktım” dediğin zaman, bu katmanlardan hangisini kastediyorsun? Peki, “Mutluyum” dediğinde kastettiğin hangisi?
A: Haklısın, bu kavram hem somut hem de soyut.
B: Bu, aynı şeyin birbirinden olağanüstü farklı iki şekilde açıklanması.
…
B: Bütün fenomenlerin kökünde yalnızca algılama var. Algılamak, William James’in uğultulu kargaşa diye nitelendirdiği bir düzeyden, olağanüstü bir sıçramayla, soyut ya da sembolik bir düzeye geçmek demek. Ve bu algılama “kıvrılıp” kendi üzerine odaklandığı zaman, bir geribildirim döngüsü ortaya çıkıyor. Bunun sonucu olarak da, “Ben” adını verdiğimiz fakat aslında gerçek olmayan bir fenomen, idareyi ele geçirip kendisini bir numaralı gerçeklik olarak ortaya koyuyor.
A: Galiba artık ne kastettiğini anlıyorum. Senin bu garip döngü fikrin neredeyse bir paradoks; tıpkı Escher’in ünlü “çizen eller”i gibi.
B: Aslında bütün bunlar birer metafor, ama yaşam denen büyük bilmeceyi biraz olsun anlamlı kılmaya yardımcı oluyor.
John Searle (1932)
Bilincin Gizemi
– Prof. Searle, bir makinenin bilinçli olması mümkün müdür?
– Bu sorunun cevabını yüz yıldır biliyoruz. Beyin bir makinedir. Beyin bilinçli bir makinedir. Dolayısıyla elbette ki bazı makineler düşünebilir ve bilinçli olabilir. Örneğin sizin ve benim beyinlerimiz.
– Peki ya yapay makineler, bilgisayarlar? Onlar da bilinçli olabilir mi?
– Bu soruyu kalp hakkında sormadığınıza dikkatinizi çekerim. Artık fabrikalarda yapay kalpler üretiyoruz. Bu durum neden beyinler için bir farklılık arz etsin? Elbette yapay beyin konusunda muazzam güçlükler vardır, fakat bunlar felsefi değil tatbiki güçlüklerdir. Gerçek beyinlerin bilinci nasıl ortaya çıkardığını bilmediğimiz için, yapay beyin konusunda zayıf bir konumdayız. Güçlükler cehaletimizden kaynaklanıyor.
– Eğer bilinçliymiş gibi davranan bir robot yapabilirsek bilinç yaratmış olur muyuz?
– Klavyeye yeterince sert vurduğumuz her seferinde “ahh!” sesi çıkaran bir bilgisayar üretebiliriz. Bu bize bilgisayarda “ağrı” üretmiş olduğumuzu gösterebilir mi? Tabii ki hayır. Bilinç söz konusu olduğunda, dışsal davranışın bir önemi yoktur.
…
– Satranç oynayan bilgisayar programı “deep blue”u düşünün. Henüz bilinçli bir bilgisayar yaratmamış olsak dahi, deep blue, çok önemli bir gelişme değil mi?
– Deep blue hiçbir önem arz etmez. Uzun süredir matematikçileri geçebilen küçük hesap makinelerine sahibiz. Bunun insan bilinciyle ne alakası var? Yok, hem de hiç. Deep blue satranç hakkında hiçbir şey bilmez. O, yalnızca sembolleri işleyen bir makinedir.
…
– Siz bilincin indirgenemez olduğunu söylüyorsunuz. Sanki sizin görüşünüz, dünyada indirgenemez şekilde iki farklı türden nitelik olduğunu söylüyor. Bu bence düalizmdir; nitelik ikiciliğidir.
– Bilinci nöron davranışlarına indirgeyemeyiz. Neden? Çünkü bilinç özneldir; dolayısıyla nesnel bir şeye indirgenemez. Ne nöron ateşlemeleri hislere ne de hisler nöron ateşlemelerine indirgenebilir. İndirgeme, görünüş ve gerçeklik arasında bir ayrım gerektirir. Örneğin, güneş batıyormuş gibi görünür fakat gerçek olan dünyanın dönüyor olmasıdır. Bu hamleyi bilinç için yapamazsınız, çünkü bilincin söz konusu olduğu yerde, gerçeklik görünüşün bizzat kendisidir. Bu, bilincin öznel olduğunu söylemenin başka bir yoludur.
Irvin Yalom (1931)
Varoluşsal Psikoterapi
Anlamsızlık:
İnsanoğlu anlam arar gibi görünmektedir. Anlam, amaç, değerler ve idealler olmadan yaşamak, önemli ölçüde stres yaratmaktadır.
Fakat, varoluşçu görüş insanın dünyadaki durumunu kendisinin oluşturduğunu, insanın kendisinin yarattığından başka bir anlamın var olmadığını, yaşam için hiçbir kılavuz bulunmadığı görüşünü ileri sürmektedir.
O halde problem en yalın haliyle şöyledir: Bir anlam gereksinimi olan bir varlık, anlamı olmayan bir evrende nasıl anlam bulacaktır?
***
“Kozmik anlam”, kişinin dışında ve ondan üstün olarak var olan bir düzeni ifade eder. Kozmik anlama sahip bir evrende, insan hayatının tutarlı bir örüntüye uyması gerekir. “Dünyevi anlam” ise, kişisel amacı kucaklar; dünyevi anlam, benim hayatımın anlamıdır. İnsan, kozmik anlam sistemi olmaksızın dünyevi ya da kişisel anlam hissine sahip olabilir.
Kozmik anlam ya da kozmik dinsel görüş, yaklaşık üç yüzyıl öncesine kadar batı dünyasındaki inanç sisteminin önemli bir unsuruydu. Ancak zamanla bilimsel tutumun gelişmesiyle, insanoğlunun kozmik anlam sistemini kucaklaması zorlaşmıştır.
***
Albert Camus, anlamı olmayan bir dünyada, ısrarla anlam arayan insanoğlunun acınası durumunu ifade etmek için “saçma” sözcüğünü kullanmıştır.
Sartre’ın da hayatın anlamsızlığı ile ilgili görüşü acımasızdır: “Doğumumuz anlamsızdır, ölümümüz anlamsızdır.”
Camus ve Sartre için anlamsızlığın panzehiri “bağlanma”dır; bağlanma ve eylem. İnsan çok sayıdaki hayat etkinliklerinden herhangi birine bağlanabilir: Başkalarıyla ilgilenmek, fikirlerle ilgilenmek, araştırmak, yaratmak, …
Doğu dünyası hiçbir zaman hayatta bir anlam olduğunu varsaymaz; onun yerine hayatın yaşanması gereken bir gizem olduğunu düşünür. Bir hintli bilge der ki, “Varoluşun bir amacı yoktur, yalnızca bir yolculuktur. Ve bu yolculuk o kadar güzeldir ki, hedefi kim düşünür?”
Varoluşsal yalıtım:
Varoluşsal yalıtım, insanın kendisi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçuruma gönderme yapmaktadır. Varoluşsal yalıtım ya da soyutlama bir yalnızlık vadisidir. Ölüm ve özgürlükle yüzleşme bireyi mutlaka o vadiye götürecektir.
Thomas Wolfe’un unutulmaz sözleriyle,
“… insanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını ve kaçılamaz varoluş hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi eller bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. Asla, asla, asla.”
***
İnsanoğlu birey olmak için çabalar, ama birey olmak, korkutucu bir yalıtıma katlanmayı gerektirir. Bu evrensel çatışmayla başa çıkmanın en yaygın yolu, başka bir bireyin ya da bir grubun bir parçası haline gelmektir. Bu yolu seçenler, diğeri ya da diğerleri için yaşar artık; kendi gereksinimlerini bastırır ve diğerinin isteklerini kendi istekleri haline getirir.
***
Herkes gibi olmak – elbise, konuşma, adetlerde uyum ve farklı bir düşünce ya da duyguya sahip olmamak – insanı benliğin yalıtımından korur. Kuşkusuz “ben” kaybolur, ama yalnızlık korkusu da.
***
Kişiler arası etkileşim varoluşsal yalıtımı hafifletse de yok edemez. Karanlık bir denizde yalnız gemileriz hepimiz. Diğer gemilerin ışıklarını görürüz; uzanamadığımız, ama varlıklarının bize biraz rahatlama sağladığı gemilerdir bunlar. Mutlak yalnızlığımızın ve çaresizliğimizin farkındayız.
Varoluşsal suçluluk:
Bir gün bir hastamla yaşlanma korkusundan söz ederken dramatik bir dönüm noktası yaşandı. Hastama, hayatında geriye bakıp duygularını tarif etmesini istedim. Tereddüt etmeksizin yanıt verdi: “Pişmanlık”. “Ne için pişmanlık?” diye sordum. “Hayatımı boşa harcadığım için” dedi. İşte bu pişmanlık ya da varoluşsal suçluluk, terapinin anahtarıydı.
Hiç kimse bu varoluşsal suçluluğu Franz Kafka’dan daha canlı bir biçimde tarif edememiştir. “Dava”da Joseph K. aslında bir iç mahkemeyle karşı karşıyadır. … Joseph K. suçludur. Yalnızca yaşanmamış bir hayat yaşadığı, hayatını kendi ellerine almadığı, hep başkalarından izin beklediği için değil, suçunu kabul etmediği için de suçludur.
Varoluşsal suçluluk, insanın işlediği bir suçun sonucu değildir. Tam tersine! Varoluşsal suçluluk, yaşanmamış bir hayatın ve değerlendirilmemiş olanakların farkındalığından doğar.
Joseph K. suçluydu; yaptıklarından dolayı değil, yapmadıklarından dolayı suçluydu.
***
Suçlulukla başa çıkmanın en iyi -belki de tek- yolu, telafidir. İnsan ancak bugününü ve dolayısıyla geleceğini değiştirerek geçmişini telafi edebilir.
***
Terapistin doğal eğilimi hastanın geçmişine odaklanmaktır. Bu yaklaşımın temelini Freud atmıştır. Freudyen terapistler şu anki olayların mutlaka geçmişteki bir duruma bağlanması gerektiğine inanırlar. Freud bir psiko-arkeologdu; o, hayatının sonuna kadar geçmişin deşilmesinin başarılı bir terapi için elzem olduğunu savunmuştu. …
Ancak, geçmişe dayanmayan pek çok açıklama tarzı ya da nedensellik sistemi vardır. İnsanda bir amaç duygusu, ulaşmak istediği bir dizi hedef, kendine özgü bir ideal benlik kavramı ve tabii ki kaçınılmaz ölümün farkındalığı vardır. Bütün bunlar geleceğe uzanır fakat bugünkü içsel deneyim ve davranışları güçlü bir şekilde etkiler.
***
Çoğu varoluşçu terapist geçmişe daha az, şimdiki zamana (kişinin vermesi gereken kararlara, seçeceği hedeflere) daha fazla odaklanma eğilimindedir. Varoluşçu terapist suçlulukla uğraşırken, yapılan kötü seçimler üzerinde değil, verilmesi gereken yeni kararlar üzerinde durur.
Antony Flew (1923-2010)
Dosdoğru Düşünmenin Yolu
Normalde alkolik olmaktan sakınmak, içmeyi tümüyle reddetmektir; ama alkolik olmaktan “gerçekten” sakınmak, çok daha farklı bir şeydir.
Alkolik olmaktan gerçekten sakınmak, yemekte bir şişe şarap ve akşam yemeğinden sonra da birkaç duble viski almaktır.
***
Bir dergide şöyle yazıyor: “İnsanların saçları, doğal nedenlerden ötürü dökülür; dolayısıyla saçları, ancak doğal bir tedavi kurtarabilir.”
Gerçekte bu argümanın, “Şişman bir öküz süren insanın kendisi de şişman olmalıdır” argümanından hiçbir farkı yoktur.
***
Margaret Thatcher, başbakan iken bir mülakatta şunu söylemişti: “Topluma inanmıyorum. Böyle bir şey yok, yalnızca tek tek insanlar ve aileler var.”
Bu masumane ifade, sonradan büyük bir curcuna ve kınamaya yol açmıştı. Bu ifadeyi doğru dürüst değerlendirmek bakımından, bir başka meşhur sözü hatırlatmak isterim:
“Tarih hiçbir şey yapmaz; tarih, kendi amacına ulaşmak için insanları kullanmaz. Tarih, insanların kendi amaçlarına ulaşmak için yapmış oldukları etkinliklerden başka bir şey değildir.” (Marx)
***
Birinin kendini düşünmesi ile bencillik arasında bir ayrım yapmak yararlıdır. Birinin bencilce davrandığını söylemek, o kişinin kendini düşündüğünü söylemekten daha fazla bir şeydir. İmrenilen bir pozisyona atanmak için yarışan rakip adayları düşünelim. Bazı adaylar, diğerlerine yol açmak için geri çekilmediler diye, bu adayların bencilce davrandıkları söylenebilir mi?
***
Her terimi tanımlama gereği yoktur. Bir kelimenin başka kelimelerle tanımlanması, ancak hali hazırda elimizde anlamı yeterince anlaşılmış başka kelimeler var olduğu zaman yararlı olabilir. Ortada bir belirsizlik yoksa, bir tanım talep etmek gereksizdir.
Birisi, “… nedir?” gibi bir soruyu uygun bir tanım vererek yanıtlayamasa bile, sorulan kelimeyi doğru olarak kullanabilir.
Richard Feynman (1918-1988)
Her Şeyin Anlamı
Bir zamanlar bir budist tapınağına girmiştim. Tapınaktaki bir adam bana “Sana unutamayacağın bir şey söyleyeceğim” demiş ve sonra da şunları söylemişti: “Her insana cennetin kapılarını açan bir anahtar verilir; ama aynı anahtar cehennemin kapılarını da açar.”
Bilim de böyle bir anahtardır; bir bakıma o cennetin kapılarını açar. Ve aynı anahtar cehennemin de kapılarını açar.
***
Tüm bilimsel bilgiler kesin olmayan bilgilerdir. Ben bu anlayışın, bilimin ötesine de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bizim bugün bilimsel bilgi olarak adlandırdığımız şey, kesinliğin değişik düzeylerdeki ifadelerinden oluşan bir kümedir.
***
Yasalar ekstrapole edilmiştir. Onlar sadece şimdiye kadar süzgeçten geçmiş olan en iyi tahminlerdir. Şimdiki süzgeçlerin delikleri öncekilerden çok daha küçüktür.
***
“İstisna, kuralı test eder”; yani, istisna, kuralın yanlış olduğunu kanıtlar. Bu, bilimin prensibidir.
***
Bir şey olduktan sonra, onun olma olasılığını hesaplamanın mantığı yoktur. Örneğin şöyle dediğimi düşünün: “Bu akşam inanılmaz bir deneyim yaşadım. Buraya gelirken yolda ANZ 912 plakalı bir araç gördüm. Bunun olasılığı nedir? Washington eyaletindeki tüm plakalar arasında ANZ 912 plakasını görme olasılığını hesaplar mısınız?” Gayet tabii ki bu çok gülünç bir şey.
***
Nükleer denemelerle ilgili olarak, ben bu denemelerin lehinde mi aleyhinde mi olduğuma emin değilim. Her iki tarafın da nedenleri var. Radyoaktivite yayar, tehlikelidir, savaşı da çok kötüdür. Ancak, deneme yapmanız savaş ihtimalini arttırır mı, azaltır mı bilmiyorum. İki taraftan birini tuttuğumu söyleyemiyorum.
Alan Watts (1915-1973)
Güvencesizlikteki Bilgelik
Denizin üzerinde kalmaya çalıştıkça batar, batmaya çalıştıkça suyun üzerinde kalırsınız. Benzer şekilde, güvencesizliğimiz, güvence arayıp durmamızın sonucudur. Halbuki esenlik ancak, kendimizi kurtarmanın hiçbir yolu olmadığının kesin biçimde kabul edilmesine bağlıdır.
Bunun için de ilk yapılması gereken şey, dilimizdeki “ben” kavramını iyice anlamaktır; “ben”in düşündüklerimizin düşünücüsü, duygularımızın hissedicisi ve bildiklerimizin bilicisi olduğunu düşünürüz.
Ama bu bir yanılsamadır!
Bilinçli olmak farkında olmak demektir. Farkında olmak ise düşüncelerin, duyguların (ve tüm diğer duyumsama biçimlerinin) farkında olmak demektir. Bunların farkında olabiliriz ama asla düşünen, hisseden bir “kişi”nin farkında olamayız. O halde, böyle bir kişinin yani “ben”in var olduğunu düşünmemize neden olan şey nedir?
“Ben” adını verdiğimiz kavram, bellekten ve düşüncelerin değişimindeki hızdan kaynaklanır. Tıpkı, ucu yanan bir sopayı çevirerek kesiksiz bir ateş çemberi yanılsamasını vermek gibi.
Düşünce ve duygu vardır, o kadar. Düşünceyi düşünen, duyguyu hisseden bir kişi (ya da bir şey) yoktur. Örneğin, kendimi iyi hissediyorum demek, bu bedende şu anda hoş duygular var demektir. Bu hoş duygular vardır ama bu hoş duyguları hisseden bir “ben” yoktur.
Peki, bütün bunların “güvence” ile ne ilgisi var? Çok ilgisi var; şöyle ki, “ben”in bir yanılsama olduğunu anlamak, doğumumuzdan bu yana bize eşlik eden kalıcı bir benliğimizin olmadığını anlamak demektir.
Bunu anlamak, yaşamın bütünüyle anlık olduğunu anlamak demektir; bunu anlamak, korunabilecek bir “ben”in olmadığını anlamak demektir; bunu anlamak, kalıcılığın dolayısıyla güvencenin olmadığını anlamak demektir.
Albert Camus (1913-1960)
Sisyphos Söyleni
Yaşamın anlamı:
Gerçekten önemli bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. …
Yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan düşünceler uğrunda ölüme giden başka insanlar da görüyorum.
Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum.
***
Yaşamanın bir anlamı bulunduğunu yadsıyan düşünürlerden hiçbirinin intihara yeltenmediğini söylemek gerek. Schopenhauer’in çok zengin bir sofra başında intiharı övdüğünü sık sık anlatıp gülerler. …
İntiharın, başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak. Çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği razı oluş dolayısıyla, onun tam tersidir. İntihar, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir.
***
Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mı, bilmiyorum. Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmenin de olanaksız olduğunu biliyorum. …
Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan bir parça olurdum; bu dünya olurdum. Oysa şimdi onun karşısındayım.
***
Sorun bizce tersine çevrilmiştir. Önceden sorun, yaşamın yaşanmak için bir anlamı bulunmasının gerekip gerekmediği idi. Biz ise şu kanıya vardık: Yaşam, anlamdan ne kadar yoksun olursa o kadar iyi yaşanacaktır.
***
Yabancı:
Varlığından kuşku duymadığım “ben”i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. … Kendi kendime yabancı kalacağım hep.
***
Bu dünyayı bana betimliyorsunuz, yasalarını sayıyorsunuz, sonunda bu karmakarışık evrenin atoma, atomun da protonlara ve elektronlara indirgendiğini öğretiyorsunuz.
Ama siz aslında bana dünyayı imgelerle açıklamış oluyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire geldiğinizi anlıyorum.
***
Başladığım noktaya geldim. Anlıyorum, bilim yardımıyla olguları kavrayabilsem de dünyayı kavrayamam. …kendi kendime de, dünyaya da yabancıyım.
***
Özgürlük:
Metafizik özgürlük sorunuyla hiçbir alışverişim yok. İnsan özgür mü, değil mi, bunu bilmek beni ilgilendirmez. … Özgürlük sorunu anlamsızdır. Çünkü bir biçimde Tanrı sorununa bağlıdır. İnsanın özgür olup olmadığını bilmek, bir efendisi olup olmadığını bilmektir.
***
Özgürlük sorunundan çok, kötülük sorunu vardır. Seçeneği biliyoruz: Ya özgür değiliz ve kötülükten tanrı sorumludur ya da özgür ve sorumluyuz ama Tanrı tüm güçleri haiz değildir.
Uyumsuz:
Dekorların yıkıldığı zamanlar vardır.
Yataktan kalkış, işe gidiş, çalışma, eve dönüş, yemek ve uyku. Aynı rutin içinde geçip gider günler… Ama bir gün ‘neden’ sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar.
Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın sonucudur ama aynı zamanda bilinci uyandırır ve gerisine yol açar. Gerisi, ya yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır.
***
Donuk bir yaşamın bütün günlerinde, zaman alıp götürür bizi. Hep geleceğe yönelik yaşarız: ‘yarın’, ‘ileride’, ‘iyi bir işim olunca’, …
Bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür. … İçinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür zamanı. Yarını istiyordu hep, bundan kaçınması gerekirken. Ve insanın buna başkaldırışı, işte uyumsuz budur.
***
Bir taşın ne denli yabancı ve kavranılmaz olduğunu fark etmek, doğanın bizi ne büyük bir güçle yok edebileceğini sezinlemek. Bu tepeler, bu gökyüzü, bu ağaçlar kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakika yitiriverir. Bin yıllar ötesinden dünyanın ilkel düşmanlığı yükselir bize doğru. … Dünyanın bu yabancılığı, uyumsuz budur işte.
***
İnsanın insan dışılığı karşısında duyduğumuz rahatsızlık, bu düşüş, bu bunaltı, bu da uyumsuzdur.
Ve kimi anlarda bir aynada bize doğru gelen bir yabancı, tanıdık ama gene de kaygı verici; işte bu da uyumsuzdur.
***
Uyumsuz evlenmeler vardır, uyumsuz meydan okumalar, kinler, susuşlar, savaşlar, hatta barışlar. Bunların hepsinde uyumsuzluk bir karşılaştırmadan doğar.
Uyumsuzluk, karşılaştırmanın terimleri arasındaki uzaklık büyüdüğü ölçüde büyük olacaktır. Uyumsuz, karşılaştırılan öğelerin ne birinde, ne de öbüründedir; öğelerin kıyaslanması ile ortaya çıkar.
***
Sisyphos söyleni:
Tanrılar Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya yuvarlanacaktı. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, haksız da sayılmazlardı. …
Sisyphos taş aşağı yuvarlandıktan sonra, onu yeniden tepeye çıkarmak için ovaya iner. İşte Sisyphos bu dönüş sırasında ilgilendirir beni. Bu adamın ağır ama eşit adımlarla inişi gözlerimin önüne geliyor. İşte bu iniş esnasında o, kaygısının üstündedir; kayasından daha güçlüdür. … Sisyphos’un tüm sessiz sevinci buradadır: Yazgısı kendisinindir; kayası onun kayasıdır. … Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir.
Sisyphos’u dağın eteğinde bırakıyorum. Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Bundan böyle, bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.
Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.
Alfred Jules Ayer (1910-1989)
Dil, Doğruluk ve Mantık
Birisine, “Bu parayı çalmakla yanlış davrandın” dediğimde, “Bu parayı çaldın” demenin ötesinde bir şey söylemiş olmuyorum; yalnızca o kişiyi onaylamadığımı ifade ediyorum.
Yani, bir eylemin ahlaken doğru veya yanlış olduğunu söylerken, olgusal bir bildirim yapmakta değilim; yalnızca duygularımı ifade ediyorum.
Bu tür etik yargıların geçerli olup olmadığını belirleyecek bir ölçüt yoktur.
***
Eğer Tanrı metafizik bir terimse, bir Tanrının varlığı olası bile olamaz demektir. Çünkü “Tanrı vardır” ifadesi, ne doğru ne de yanlış olabilen metafiziksel bir sav olup anlamsızdır.
Eğer bu sav anlamsızsa, ateistin “Tanrı yoktur” savı da anlamsızdır.
***
Tümevarım sorunu, geçmiş deneylerden türetilmiş önermelerin gelecekte de geçerli olacağını kanıtlama sorunudur. … Çokluk denir ki, biz tümevarımı doğanın düzenliliği yardımıyla kanıtlayabiliriz. Fakat doğa düzenlidir demek, geçmiş deneyler gelecekte de bize yol gösterebilir demektir. (bu yaklaşım, tümevarımın geçerliliğini tümevarımla kanıtlamaya çalışmak olduğundan geçersizdir.)…
Böylece, tümevarım sorununu çözmenin olanaksız olduğu görülüyor.
***
“Bütün insanlar ölümlüdür” ifadesini ele alalım. Bunun, zorunlu bir bağlantı örneği olduğu söylenir. Eğer böyleyse, “insan” kavramı, “ölümlü olmak” kavramını içeriyor demektir. Yani “Bütün insanlar ölümlüdür” ifadesi bir totolojidir.
Maurice Merleau-Ponty (1908-1961)
Algının Fenomenolojisi
Farklı duyular adeta aralarında iletişim kurarlar: Bir kuşun havalandığı dalın hareketinde o dalın esnekliğini okurum, böylece elma ve kayın ağacını birbirinden ayırırım. Kuma gömülen bir demir parçasının ağırlığını, suyun akışkanlığını, şurubun yapışkanlığını “görürüm”. Döşeme taşlardan yapılmış bir yolda, taşların sertliğini geçen bir arabanın gürültüsünde “işitirim”.
***
Nesnenin nesne olması, benim görsel alanımdan uzaklaşabilmesine ve hatta yok olmasına bağlıdır. Bedenim ise, beni terk etmeyen bir nesnedir. Ama o zaman, o hala bir nesne midir?
***
Bir renk asla sadece bir renk değildir, belirli bir nesnenin rengidir. Yünlü bir halının mavisi, yünlü olmayan bir halının mavisinden farklıdır.
***
Psikologlar bir zamanlar çocuğun renkleri ayırt etmesini engelleyen şeyin, yalnızca renklerin isimlerinin bilinmemesi olduğunu ileri sürüyordu. Halbuki, renklerin ilk algısı bilincin yapısında bir değişiklik olmasını gerektirir yani görsel deneyimin yeni bir boyutunun kurulması söz konusudur.
***
Acı kendi yerini ifade eder; “ayağım acıyor” demek, “ayağımın bu acının nedeni olduğunu düşünüyorum” demek değildir; “acı ayağımda” demektir.
***
Tanıdık bir yüzde gözleri değil, bakışı ve ifadeyi görürüz.
***
Doğumum ve ölümüm bana benim deneyimlerim gibi görünmez. Eğer böyle düşünseydim, hem doğumumdan önce hem de ölümümden sonra var olduğumu varsaymam gerekirdi. Kendi kendimi ancak “çoktan doğmuş” ve “hala hayatta” olan biri olarak yakalayabilirim. Doğduğumuzu ve öldüğümüzü bilirim ama kendi doğumumu veya kendi ölümümü bilemem.
Viktor Frankl (1905-1997)
Duyulmayan Anlam Çığlığı
Freud, Prenses Bonaparte’a yazdığı mektubunda şöyle demiştir: “Kişi, yaşamın anlamını sorguladığı an, hasta demektir.”
Ama ben, yaşamın anlamını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışa vurmaktan çok, insanlığını kanıtladığına inanıyorum. Anlam arayışı, insan olmanın ayırt edici bir özelliğidir.
***
Göz kendinden bir şey görür mü? Sağlıklı değilse görür; kataraktlı göz bulutlanma gibi bir şeyler görür, glokomlu göz bazı hareler görür. Ama sağlıklı bir göz kendinden hiçbir şey görmez. Başka bir ifadeyle sağlıklı göz “kendini aşmıştır”.
Benzer şekilde, insan da ancak “kendini aştığında” sağlıklı / gerçek bir insan olur. İnsan ancak kendini unutarak anlamlı bir şeylere (bir davaya , bir ideale) kendini adayabilir.
***
İnsan nefret ettiğinde ya birinden ya da onun yaptığı bir şeyden nefret eder. Bir şeyden nefret etmek, birinden nefret etmekten daha anlamlıdır. Çünkü kişi olarak ondan nefret etmediğim takdirde, onda nefret ettiğim şeye rağmen onu sevebilirim.
***
Tanrı nedir? Tanrı en gizli iç konuşmalarımıza eşlik eden kişidir. Tam bir içtenlik ve yalnızlık içinde kendi kendinizle konuştuğunuz zaman, kendinizi anlattığınız kişiye Tanrı denebilir.
***
Kötümser kişi, her gün bir sayfasını kopardığı takvimin, her geçen gün nasıl da inceldiğini hüzünle gözleyen bir adama benzer.
İyimser kişi ise, her gün kopardığı bu sayfaların arkasına notlar alan ve onları öncekilerle birlikte dosyalayan bir adamdır.
İkinci adam, bu notlardaki zenginliği, dolu dolu yaşanmış bir yaşam olarak değerlendirir ve bundan gurur ve sevinç duyar.
***
Fobik olaylarda hasta “korkudan” korkar. Obsesif nevrotik ise “kendinden” korkar.
Jean-Paul Sartre (1905-1980)
Varlık ve Hiçlik
Neyim ben? Olduğundan başkası da olabilecek bir varlık. İşte bu görü vicdanın çağrısıdır, suçluluk duygusudur.
***
İnsan var değildir, kendini var kılar.
***
İnsan, ne ise o olmayan ve ne değilse o olan bir varlıktır.
***
Ne isem o olmayan, ve ne değilsem o olan ben.
***
“O, kendini üzüyor” tümcesindeki “kendi”, özne değildir.
Öznenin kendi olması mümkün değildir; ama öznenin kendi olmaması da mümkün değildir.
Demek oluyor ki kendi, bir mesafeyi temsil eder; bir çeşit kendi kendisiyle örtüşmeme halidir.
***
Hiçlik her zaman için bir “öte”dir; insanın, kendisine kıyasla hep bir “öte” biçiminde var olma mecburiyetidir.
***
Hiçlik, varlığın varlık tarafından soru konusu yapılmasıdır yani hiçlik, tastamam bilinçtir.
***
Özgür olmayı seçmiyoruz; biz özgürlüğe mahkumuz.
***
Seçmemek, seçmemeyi seçmektir.
***
Seçim ve bilinç bir ve aynı şeydir.
***
Seçim, eğer olduğundan başka türlü de olabilmiş olursa özgür kabul edilir.
***
Başka türlü de davranabilirim, kabul; ama hangi bedel karşılığında?
***
Adem elmayı aldığında, onu almaması da mümkün olabilirdi. Ne var ki, bunun mümkün olduğunu söylemek, bir başka Adem’in mümkün olduğunu söylemektir.
***
İnanmak sözcüğü, hem inancın sarsılmaz sağlamlığını (Tanrım, sana inanıyorum) hem de eli kolu bağlı niteliğini (Pierre benim dostum mu? Bilemiyorum, buna inanıyorum) göstermek için kullanılan bir terimdir… İnanmak, inandığını bilmektir ve inandığını bilmek de artık inanmamaktır.
Genel bir kanıyı tersine çevirmek gerekir: İşlerin daha iyiye doğru gideceği bir başka durumun düşünülmesine neden olan şey bir durumun dayanılmazlığı ya da dayattığı ıstıraplar değildir; tersine, işlerin başka türlü de olabileceğini düşündüğümüz andan itibaren biz bunların dayanılmaz olduklarına karar veririz.
Her şeyden önce işaret edilmesi gereken şey, ölümün saçma niteliğidir. Bu anlamda, ölümü bir melodinin sonundaki sonuç ezgisi gibi düşünmenin çekiciliği bir tarafa bırakılmak zorundadır. Bizlerin, infaz gününü bilmeyen, ama her gün zindandaki yoldaşlarının infaz edildiklerini gören idam mahkumları arasından bir idam mahkumu durumunda olduğumuz söylenmiştir. Bu tam olarak doğru değildir; bizleri daha çok, darağacında iyi bir görünüm sergilemek için elinden geleni yaparken, bir ispanyol gribi salgını sonucu ölüveren bir idam mahkumuna benzetmek gerekir.
Mahşer günü, iki kardeş ilahi mahkemenin önüne çıkarlar. Birincisi Tanrıya söyle der: Beni neden bu kadar genç yaşta öldürdün? Ve Tanrı cevap verir: Seni kurtarmak için; eğer daha uzun yaşasaydın, tıpkı kardeşin gibi suç işlemiş olacaktın. O zaman öteki kardeş sorar: Beni neden bu kadar yaşlıyken öldürdün?
İlk randevusundaki bir kadını alalım… Erkek bir ara onun elini tutar. Elini çekmemek flörte rıza göstermektir. Geri çekmek ise o anı çekici kılan uyumu bozmaktır… Genç kadın elini erkeğin elinin içinde bırakır ama bıraktığının güya farkına varmaz… Ne razı olmuştur ne de direnmektedir. Bu kadının kendini aldattığını söyleyeceğiz.
Eric Hoffer (1902-1983)
Kesin İnançlılar
Tecrübe bir dezavantajdır. Fransız devrimini başlatanlar siyasi tecrübeden tamamen yoksundu.
***
Orak-çekiç ve gamalı haç, haçla aynı sınıftandır.
***
Hoşnutsuzluğun yoğunluğu, sefaletin derecesiyle doğru orantılı değildir.
***
Canı sıkılan insan en başta kendinden sıkılır.
***
Sorumluluktan azade olmak, kısıtlamadan azade olmaktan daha çekicidir.
***
Bir öğretinin etkili olabilmesi için onun anlaşılmaması gerekir; anlaşılır bir öğreti gücünden kaybeder.
***
Ne İsa bir hıristiyandı ne de Marks bir marksistti.
***
Kitlelerin özlemini çektiği özgürlük, özerkliğin yükünden kurtulma özgürlüğüdür; istedikleri, körü körüne inançtır.
***
Hükümetlerin eceliyle ölmesi beklenirse, sonuç çöküntü olur.
Erich Fromm (1900-1980)
Sevme Sanatı
Sevgi nedir?
Sevgi bir etkinliktir; sevgi vermektir, almak değildir.
Kişi, sevdiğine ne verir? Kendisinden verir; sevincinden, üzüntüsünden, ilgisinden, bilgisinden, anlayışından, nüktesinden verir.
Ve vermek, diğerini de verici yapmak demektir.
***
Olgun sevgi:
Sevgi, kimi insanda olgunlaşır, kimisinde olgunlaşmaz. Ve bunların söylemleri farklıdır:
Olgunlaşmamış sevgi “Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var” derken, olgun sevgi “sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum” der.
***
Yalancı sevgi:
Bu tür sevgide önemli olan şey, kişinin dayanılmaz yalnızlık duygusundan kaçıp birisine sığınabilmesidir. Diğeri, onun için sadece sığınılacak bir limandır.
İdeal bir karı kocanın iyi geçinen ve birbirine nazik davranan bir çift olduğu söylenir. Ancak bu çeşit ilişkiler, çoğu zaman, yaşamları boyunca birbirine yabancı kalan, özden öze gerçek bir yakınlık kuramayan kişiler arasındaki iyi yağlanmış yüzeysel ilişkilerden başka bir şey değildir.
***
Putlaştırıcı sevgi:
Yalancı bir sevgi türüdür putlaştırıcı sevgi. Pek çok romanda , filmde karşımıza çıkan bir sevgi türüdür bu. Kişi, gerçek bir kimlik edinememiş, benlik duygusu gelişmemiş biriyse, sevdiği kimseyi putlaştırmak ister. Fakat sonunda sevdiğinde kendini bulacağına, onda yitirir kendini.
Putlaştırıcı sevgi çoğunlukla büyük aşk, gerçek aşk diye tanımlanır; oysa sadece puta tapanın derin açlığını ve umutsuzluğunu ortaya koyar.
Uzun sürede hiç kimse, kendisine tapan kişiye beklediklerini veremeyeceğine göre, hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Kimisi tek çıkar yol olarak yeni bir put aramaya koyulur ve bir kısır döngü içinde savrulur durur.
Romantik sevgi:
Romantik sevgi de yalancı sevgilerdendir. Bu sevginin özü, sevginin bir düş olarak yaşanıyor olmasıdır. Romantik sevgi, gerçek bir insana somut olarak duyulan bir sevgi değildir. Bu sevgiye kapılmış kişiler, aşk öykülerini, aşk şiirlerini, aşk şarkılarını açgözlülükle yutarlar.
Evli veya değil, birçok çiftin gerçek bir sevgiyi hissettikleri tek an, beyaz perdede aşk öykülerini seyrettikleri andır. O hayal perdesinde gördükleri çiftin öyküsüne gözyaşı dökerler. Bu anlarda bu çiftler sevgiyi birbirleri için duymazlar, sadece birlikte duyarlar.
Romantik sevginin başka bir yönü de, sevginin zaman içinde soyutlaştırılmasıdır. Şöyle ki, bazen bir karı koca, eski sevgilerinin anısıyla çok derinden duygulanırlar; oysa o geçmişi yaşarlarken böyle bir sevgi yoktur ortada. Kaç nişanlı çift, birlikte yaşayacakları mutluluğun düşünü görürler; oysa içinde bulundukları o anda birbirlerinden sıkılmaya başlamışlardır bile.
Erich Fromm
Özgürlükten Kaçış
Özgürlük, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kaçmaya çalıştığı bir şey haline gelebilir mi?
Dünyada faşizm iktidara geldiğinde, insanoğlunun böylesine büyük bir boyun eğme özlemi içinde olduğunun anlaşılması büyük şaşkınlık yaratmıştı.
***
Özgürlükten kaçış mekanizmalarından biri, kişinin kendisi dışında ve kendisinden daha büyük ve daha güçlü bir bütünün parçası haline gelmektir. Bu güç, bir kişi ya da bir kurum olabilir.
Bu tür bir kaçış yolunu kullanan kişilere “yetkeci” kişilik diyorum. İster bir kişiden gelsin ya da bir kurumdan, güçle karşılaştığında bu kişiliğin boyun eğme isteği kendiliğinden ortaya çıkıverir. Onun için tek olası mutluluk, bu güce boyun eğmektir.
***
Bir diğer kaçış mekanizması ise “robot” uyumluluğudur. Bu mekanizmayla kişi, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine dayattığı kişiliği benimser ve böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği gibi olur.
Öyle ki, artık düşünmesi gerektiğini sandığı şeyleri düşünür ve istemesi gerektiğini sandığı şeyleri ister.
***
Oysa,
Bizi en çok utandıran şey, kendimiz olmamaktır.
Ve bir insana, kendisine ait düşünceleri ifade edebilmek kadar büyük gurur veren başka hiçbir şey yoktur.
***
Robot olmanın bir getirisi vardır aslında; bir robot haline gelen kişi, artık çevresindeki diğer robotlar gibidir; milyonlarca robot.
Ve artık kendini yalnız hissetmez.
Ama ödediği bedel yüksektir: Kendi benliğini yitirmiştir.
***
Çoğu kişi, verdikleri kararların kendilerine ait olduğuna inanır.
Ama büyük yanılgılardan biridir bu.
Kararlarımızın çoğu aslında kendi kararlarımız değildir. Bunlar, başkalarınca bize önerilmiş ya da dayatılmış kararlardır. Kişiler karar verirken aslında geleneklere, göreneklere, adetlere, görev duygusuna ya da düpedüz baskıya boyun eğmiş olmalarına karşın, kararlarını kendi kararları sanma yanlışına düşerler.
***
Benliğin yitirilmesi, kişiyi yoğun bir güvensizlik içinde bırakır. Sürekli olarak başkaları tarafından onaylanmak ve kabul görmek ihtiyacındadır.
Kendisinin kim olduğunu bilmediğine göre, başkaları bilecektir; başkaları yoluyla kendisini tanımaya çalışır.
Ludwig Wittgenstein (1889-1951)
Felsefi Soruşturmalar
Kahvenin kokusunu betimle. Neden olmuyor? Sözcüklerimiz mi yetersiz?
***
İstemeyi isteyemem; yani istemeyi istemekten bahsetmenin bir anlamı yoktur. İstemek bir eylemin adı değildir.
***
Bir nesneye bir bastonla dokunduğum zaman dokunma duyumum bastonun ucundadır, bastonu tutan elde değil. Ama bu ikisinin arasındaki fark nedir?
***
Başka birinin ağrısı olduğuna inanabilirim yalnızca, ama ağrım olduğunda bunu bilirim.
***
Ne düşündüğünü biliyorum demek doğrudur. Ne düşündüğümü biliyorum demekse yanlış.
***
Bir hayvanı öfkeli, korkmuş, üzgün, sevinçli, ürkmüş olarak canlandırabiliriz kafamızda. Peki ya umutlu olarak? Neden yapamayız bunu?
Jose Ortega y Gasset (1883-1955)
Kitlelerin Ayaklanması
Toplum her zaman iki etmenin dinamik birliğidir: Azınlıklar ile kitleler. Azınlıklar nitelikli bireylerden oluşurken, kitle niteliksiz insanlardan oluşur.
***
Kitle insanı vasat insandır. Bu insanların ortak niteliği toplumsal yontulmamışlıktır. Kendisini “herkes” gibi hisseden, bundan gocunmayan hatta bundan zevk alan her insan kitle insanıdır.
***
Kitle, dik kafalı bir insan yığınıdır. Kitle insanı aptal değildir; akıllı da değildir. O sadece kurnazdır. Kitle insanı, uygarlığın sunduğu bir çok aleti, aygıtı kullanmayı gayet güzel öğrenmiştir ama uygarlığın temel ilkelerinden kökten habersizdir.
***
Kitle insanı bir dizi basmakalıp fikri, önyargıyı, düşünce kırıntısını, kof sözcükleri edindi mi, cüretkar bir şekilde onları her yerde kullanır durur. Kitlenin sıradan insanı, kendini nitelikli insan sayıyor değildir fakat sıradanlığı adeta yüceltir ve başkalarına dayatmaya çalışır.
***
Kitle insanı olup biten her şey üstüne ahkam keser. Kamusal yaşamın hiçbir sorunu yoktur ki burnunu sokmasın, “görüşlerini” dayatmasın. Kimseyi de dinlemez, dinleme yetisini kaybetmiştir. Kitle insanı kendinden hoşnuttur. Bu yüzden kendi görüşlerinden kuşku duymaz, aykırı görüşlere de kulağını tıkar.
***
Kitle insanının fikri olamaz. Fikir, bir meydan okumadır; insanın kendisine dayatılanlara meydan okuması demektir. Fikir sahibi olmak isteyen kişi, her şeyden önce gerçeği kabullenmeye hazır olmalıdır.
Jose Ortega y Gasset
İnsan ve Herkes
Alışılmışı, gelenek ve göreneğin dayattıklarını yapıyoruz. Herkesin yaptığını yapıyoruz. Tamam da herkes kim? Aa, kim olacak, tüm diğer insanlar, o kişi ya da bu kişi değil; belli bir kişi değil; elalem, herkes. Böylece pek çok şeyi içimizden geldiği için değil, kendi kararımızla değil, sadece “herkes böyle yapıyor” diye yapıyoruz.
***
Yaşamımıza eşlik eden, yaşamımıza temel teşkil eden fikirlerin çoğunu biz hiçbir zaman kendi başımıza düşünmüş değiliz, hatta durup üstünde düşünmüş bile değiliz. Bana empoze edilen fikirleri ve davranışları yineleyerek yaşadığım sürece, yaşamım benim yaşamım olmaktan çıkar, ben de olduğum kişi olmaktan çıkarım.
***
Gelenek ve göreneklerden bahsettik.
Görenek nedir? Görenek, görüle görüle özümsenmiş şeylerdir; bir toplumsal alışkanlıktır. Görenek, öyle düşünülür diye düşündüğümüz, öyle yapılır diye yaptığımız şeylerdir. Görenekler, çevresi tarafından insana zorla benimsetilmiş düşünce ve davranış biçimleridir.
Gelenek nedir? Bir düşünce veya davranış kalıbı bir bireyde sıkça yinelenmekle kalmayıp, bu kalıpları yineleyen bireyler sıklaşınca “gelenekselleşmiş” bir görenekle karşı karşıya geliriz.
***
Yaşamlarımız sahici değil. Aslında yaşar gibi yapıyoruz; sahici yaşamımızı yaşamıyoruz. Toplumdan devraldığımız bir sürü kalıp ve yorumlardan kendimizi sıyırabilsek, kendimizle kaçamaksız bir ilişki kurabilsek, işte ancak o zaman sahici bir yaşam yaşamış oluruz. İnsan ancak yalnızlığı içinde kendi gerçeğidir. İnsan, ömrünün büyük bölümünü, toplumsal uzlaşımın sözde yaşamında tüketir. Dünyayı ve kendimi onların sundukları formüllere, kalıplara göre görürüm ve değerlendiririm. Toplum içinde yaşadıkça ancak bir sözde yaşam sürerim.
Carl Gustav Jung (1875-1961)
Anılar, Düşler, Düşünceler
Kendime şaşıyorum, kendimden memnunum, kendimden düş kırıklığına uğradım.
Dertliyim, coşkuluyum, kaybolmuş haldeyim. Bunların tümüyüm.
Tümüyle emin olduğum hiçbir şey yok. Tümüyle inandığım bir şey de yok. Bana, sürüklendim gibi geliyor.
***
Bana çoğu zaman psikoterapik yöntemimin ne olduğu sorulur. Bu soruya tek bir cevap veremem çünkü tedavi, her hastada farklıdır.
Ne kadar insan varsa o kadar da psikoterapi yöntemi vardır.
Her hasta farklı bir dil gerektirir; bir analizde Freud’un dilini, bir başkasında Adler’in dilini kullanabilirim.
***
Her ne kadar hepimizin özel yaşamları varsa da, aynı zamanda, ortak bir ruhun temsilcileri ve kurbanlarıyız.
Benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar.
***
Yaşamımdaki dışsal olayların tümü rastlantıdır. Bu olayların birkaç tanesi hariç hemen hepsi silikleşti ve bunları neredeyse hiç anımsamıyorum.
Sadece içimdekilerin kalıcı bir değeri oldu ve içsel deneyimlerimle ilgili anılarım, zamanla daha da canlandı ve renklendi.
***
Günümüzde nevrotik denen insanlar, insanların henüz mitlerden kopmadıkları bir çağda yaşasalardı, pek çoğu nevrotik olmazdı.
Nevrotikler, yaşam sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş insanlardır. Pek çoğu para, statü ya da ün peşinde koşarlar fakat bunlar mutsuzluklarına son veremez.
Çünkü, yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır.
***
İnsanlara aykırı bir ifade gibi gelse de, bazı koşullarda, iyiden vazgeçip kötü diye bilinen şeyi yapmak gerekebilir.
Hint felsefesinde “neti-neti” denen bir yöntem vardır; bazı durumlarda ahlak kuralları yok sayılır ve karar bireye bırakılır.
***
Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hala da öyle hissediyorum.
Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması değildir. İnsan, kendisinin önemsediği şeyleri başkalarıyla paylaşamadığı, başkalarına iletemediği zaman yalnızdır.
***
Yaşamım, ortaya koyabildiğim bilimsel yapıtlardır.
Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluk sonucuydu. Günümüz dünyasının yitirdiği bir şeyleri yerine oturtmaya çalıştım sadece.
Elimden geleni yaptığıma inanıyorum, gücüm ancak bu kadarına yetti.
Miguel de Unamuno (1864-1936)
Hayatın Trajik Duygusu
İnanmak, inanmak istemektir; Tanrıya inanmak, Tanrının var olmasını istemektir; ruhun ölümsüzlüğüne inanmak, ruhun ölümsüz olmasını istemektir.
Tanrıya, evreni anlamak için değil; evrene anlam vermek için ihtiyacımız vardır.
***
İnanmak terimi iki ayrı anlama gelir: Bir yandan, bir bilginin gerçek olduğuna ilişkin güçlü bir kanaati, diğer yandan zayıf ve kararsız bir kanaati ifade eder; “emin olmasam da inanıyorum” ifadesi alışılmış ve yaygındır.
***
Solon’u, oğlunun ölümüne ağlarken gören ukalanın biri, “Ağlamanın bir yararı yok” deyince, Solon “Ben de bu yüzden ağlıyorum ya” demiş.
Vebaya çare bulmak yetmez, vebaya ağlamayı da bilmek gerekir. Evet, ağlamayı bilmek gerekir.
İnsan hasta bir hayvandır; bilinç sahibi olduğu için hasta bir hayvandır. Bilinç bir hastalıktır.
***
Bu dünyada ya aşkı ya da mutluluğu seçmek gerekir.
Bizlere aşk ve mutluluk arasında seçim sunulduğunda biz zavallılar her ikisini de isteriz. Halbuki aşk, mutluluğa eriştiği andan itibaren doyuma ulaşır; o artık aşk değildir.
***
Hegel’in akla dayanan her şey gerçektir ve gerçek olan her şey akla dayanır sözünü duymayan kalmamıştır.
Fakat birçoğumuz buna ikna olmamış ve gerçeğin akıl dışı olduğuna ve aklın, akıl dışı olanın üzerine kurulduğuna inanmıştır.
***
Çavuş askerlerine şöyle diyordu; “Top nasıl yapılır biliyor musunuz? Top yapmak için önce silindir şeklinde bir delik alınır, etrafı çelikle kapatılır, işte bu kadar.”
Çavuştan ilham alarak denilebilir ki, önce bir ruh alınır ve sonra vücutla kapatılır, işte bu kadar.
***
Doğu gizemin ayışığında, batı bilimin günışığında yaşar.
Georg Simmel (1858-1918)
Felsefi Minyatürler
A: Tüm koşullar dikkate alındığında, en büyük suçlar dahi affedilebilir.
B: Bence tam tersi; gerçekten her şeyi anlasaydık, hiçbir şeyi affetmezdik.
C: Bence asıl hoşgörü, anlamadan affetmektir.
D: Bence önemli olan, anladığımız için değil, anladığımız halde affetmektir.
***
Bir zamanlar çok cimri bir şövalye varmış, karısı ise çok genç ve güzelmiş. Günlerden bir gün, şövalye evde yokken kapıya bir berduş gelip yiyecek bir şeyler istemiş. Şövalyenin karısının içi parçalanmış ve hemen bir şeyler hazırlamak için kilere gittiğinde bir de ne görsün; şövalye her şeyi bir dolaba kilitlemiş. Kadın bunun üzerine kapıdaki berduşun yanına gidip ona kocaman bir öpücük vermiş.
Berduş evden mutluluk içinde ayrılmış; tok olduğu söylenemezmiş ama tokdan da tokmuş.
***
Kendini insanların en zekisi yapması karşılığında, ruhunu şeytana satan birisi hakkında bu öykü:
Şeytan verdiği sözü tutmuş, onu insanların en zekisi yapmış ama diğer insanları daha aptal kılarak.
***
– En iyisi hiç doğmamış olmaktır.
– Ama ne kadar az insana nasip olur bu.
Friedrich Nietzsche (1844-1900)
İşte Böyle Dedi Zerdüşt
Zerdüşt bir sabah şafağın kızıllığıyla birlikte kalktı, güneşin karşısına geçti ve şöyle dedi ona:
“Sen, ey büyük yıldız! Neye yarardı mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı eğer!”
***
İnsan, aşılması gereken bir şeydir. Sizler ne yaptınız onu aşmak için? İnsanı aşmak yerine, bu büyük meddin cezri olup hayvana geri dönmek midir istediğiniz?
***
En titiz olanlar sormaktalar bugün: “İnsan nasıl ayakta kalır?”
Zerdüşt ise şunu soran tek ve ilk kişi: “İnsan nasıl aşılır?”
***
Bir zamanlar günahların en büyüğüydü Tanrıya karşı günah işlemek, ama Tanrı öldü.
Şimdi ise en korkunç şey yeryüzüne karşı günah işlemek!
***
Her kim ki yaratıcı olmak zorunda kalır iyide ve kötüde, gerçekten de önce yıkıcı olmak ve değerleri kırmak zorundadır.
İşte böylece en büyük kötü en büyük iyiye aittir.
***
Bilmiyor muydunuz bunu daha önce? Paylaşılmış haksızlık yarı yarıya adalet demektir.
***
Ama nasıl içtenlikle adil olabilirim? Nasıl verebilirim herkese kendi payını!
Şu kadarı yetmeli bana: Herkese kendi payımı veririm.
***
Bir dost kötülük yaparsa eğer sana, o zaman şöyle de:
“Bağışlıyorum bana yaptığını; fakat bunu kendine yapmış olman – nasıl bağışlayabilirim ki seni bundan ötürü!”
***
“Neden bu kadar sertsin!” dedi günün birinde mutfak kömürü elmasa; “biz yakın akraba değil miyiz?”
Neden bu kadar yumuşaksınız? Ey kardeşlerim, ben böyle soruyorum sizlere; sizler, benim kardeşlerim değil misiniz?
***
“Bu benim yolum, peki sizinkisi nerede?”
Böyle yanıt verdim bana “yolu” soranlara.
Çünkü “yol” yoktur da ondan!
Friedrich Nietzsche
İnsanca, Pek İnsanca
Bir insan hakkında yargıda bulunulurken en vahim hatalar onun ebeveyni tarafından yapılır.
***
Kimi annelere mutlu çocuklar gerekir, kimilerine de mutsuz; yoksa anne olarak iyiliklerini gösteremezler.
***
İnsan özgür olduğu için değil ama kendisini özgür sandığı için pişmanlık ve vicdan azabı duyar.
***
Kanaatler, hakikatin yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.
***
Kendi mizacımıza uygun olan ilke ve öğretileri ararız bilinçsizce, sonunda bizim karakterimizi bunlar yaratmış gibi görünür; oysa tam tersi olmuştur.
***
Kötü belleğin yararı, kişinin aynı iyi şeyleri defalarca ilk kez tadıyor olmasıdır.
***
Bir meslek, düşüncesiz kılar; budur en büyük hayrı. Çünkü kaygılara bir siperdir mesleği.
***
“Her insanın bir fiyatı vardır” – doğru değildir bu. Ama elbette herkes için, ısırması beklenen bir olta yemi bulunur.
***
İlkel insan, rüyasında ikinci bir dünyayı tanıdığını sandı; işte tüm metafiziğin ve Tanrı inancının kökeni budur.
***
“Dostlarım, dost yoktur!” diye bağırdı ölmek üzere olan bilge.
“Düşmanlarım, düşman yoktur!” diye bağırıyorum ben, yaşayan budala.
Friedrich Nietzsche
Şen Bilim
Öğle öncesi aydınlığında bir fener yakan, pazar yerinde koşarken durmadan “Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!” diye bağıran kaçık adamı duymadınız mı?
Oradakilerden biri, “yoksa saklanıyor mu?” derken, bir başkası, “çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş?” demiş. “Bizden korkuyor mu?”, “yolculuğa çıkmış olmasın?”. Oradakiler işte böyle bağırıp çağırarak eğlenmişler. Kaçık adamsa onları delip geçen bakışlarıyla tekrar sormuş: “Tanrı nerede?”
Ve devam etmiş: “Onu biz öldürdük. Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Her şeyi silmemiz için bu süngeri bize kim verdi? Nereye gidiyor şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz? Sanki sonsuz bir hiçlikte yolumuzu yitirmiş değil miyiz? Üst alt kaldı mı? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok gece olmuyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrısal çürümeden başka bir koku duyabiliyor musunuz?
Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren de biziz.
Bütün katillerin en katili olan bizler nasıl avunacağız? Bıçaklarımız en kutsal, en güçlü olanın kanına bulandı. Kim temizleyecek bu kanı bizden? Hangi suyla arıtabiliriz kendimizi? Bu eylem bizim için fazla büyük değil mi? Hiçbir zaman daha büyük bir eylem olmadı. Şu da var ki, bizden sonra doğacak olanlar, bu eylem yüzünden, daha yüksek bir tarihin parçası olacaklar.”
Kaçık adam burada susar, etrafındakilere bakar. Onlar da suskundur. Sonunda elindeki feneri yere atıp parçalar. Şunları söylediği duyulur: “Çok erken geldim, daha zamanı değildi. Belli ki tekinsiz haber daha yolda, henüz insanların kulağına ulaşmamış. Şimşeğin de gökgürültüsünün de zamanı var. Bu eylem onlara hala en uzak yıldızdan bile uzak ama yine de bunu onlar yaptı!”
Soren Kierkegaard (1813-1858)
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
“Ya Sezar olurum ya da hiç’” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Onun için dayanılmaz olan, Sezar olamamak değildir; dayanamadığı kendisinden, kendi ben’inden kurtulamamış olmasıdır. Kendi ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düşmüştür.
İşte ölümcül hastalık budur. Kendisinden umudu kalmayan kişi ölümcül hastadır.
***
Umutsuz kişi artık kendine inanmaya cesaret edemez ve diğerlerine benzemeyi, yığın içinde kaybolmayı daha güvenli bulur.
O, kaydırak taşı gibi pürüzsüz olup her yerde tedavüldeki para gibi dolaşır.
***
Varoluşun her anında “ben” oluşum halindedir. Ben, gerçekten var değildir ve yalnızca olması gerekendir.
Ve ne kadar bilinç varsa o kadar da ben vardır.
***
İnsan, özgürlük ile zorunluluğun ya da olabilirin ve zorunluluğun bir sentezidir.
Olabilirlik “ben” için oksijen işlevi görür.
Kaderci kişiler için yalnızca zorunluluk vardır; dolayısıyla kaderci Tanrısızdır. Çünkü Tanrı saf olabilirliktir.
***
Bir bayılan olduğu zaman insanlar “aman, su getirin, kolonya getirin!” diye bağrışırlar. Ama umutsuzluğa düşen biri için “olanak, olanak!” diye haykırılır.
***
Gençler gelecekten, yaşlılar ise geçmişten umutsuzdur.
Gençlerde umut, yaşlılarda ise anı yanılsaması vardır.
Soren Kierkegaard
Ya / Ya da
Son saatim gelmiş olsaydı ve bu saatte küçücük oğlum beni anlayabilecek yaşta olsaydı, ona şöyle derdim: Sana bir servet bırakmıyorum, bir ad ve şan şeref bırakmıyorum ama seni tüm dünyadan da zengin kılacak hazinenin nerede gömülü olduğunu biliyorum. Bu hazine senin iç varlığında yatıyor: Bir insanı meleklerden de üstün kılan bir “ya / ya da” var.
Velhasıl, insan ya estetik tarzda ya da etik tarzda yaşayacaktır. Estetik tarzda yaşayan kimse seçim yapmaz çünkü estetik olan kayıtsız olandır. Fakat etik, ona kendini gösterdikten sonra, estetik olanı seçmiş kişi artık estetik tarzda yaşayamaz.
Mutlak ya / ya da, iyi ile kötü arasındaki seçimdir.
Benim ya / ya da’m ise, iyiyle kötü arasındaki bir seçimden ziyade, iyiyle kötüyü seçme seçeneğini tanımlar.
Bir başka ifadeyle, benim ya / ya da’m seçmekle seçmemek arasındadır.
***
Bir insanda estetik olan, neyse o olmaktır; etik olan ise, ne olacaksa onu olmaktır.
***
Evlen, pişman olursun; evlenme, buna da pişman olursun; evlensen de evlenmesen de pişman olursun. Dünyanın aptallığına gül, pişman olursun; ağla, buna da pişman olursun; dünyanın aptallığına gülsen de ağlasan da pişman olursun. … Bu, sayın baylar, hayatın tüm bilgeliğinin özüdür.
***
Bunalımda olmak günümüzde pek bir marifet haline geldi. … Belirtmem gerekir ki bir insan keder ve üzüntü içinde bulunabilir, hatta bu öyle derin olabilir ki ömrü boyunca kişinin peşini bırakmaz ama bir insan sadece kendi hataları yüzünden bunalıma girebilir.
***
Başkalarının canını sıkanlar avamdır, sürüdür; kendi canını sıkanlarsa seçkin olanlardır. … Canları sıkılmayanlar genelde hayatta şu veya bu şekilde bir şeyle meşgul olanlardır, lakin bunlar tam da bu nedenle en sıkıcı olanlardır.
***
Kişi temenni eder: Keşke o adamdaki akıl bende olsaydı ya da şu adamdaki kabiliyet vb. Ama, cidden bir başkası olabilmeyi temenni eden birini sen hiç duydun mu?
Arthur Schopenhauer (1788-1860)
İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya
İnsanların büyük çoğunluğu için, yaşamın, dışarıdan bakıldığında ne kadar boş ve anlamsız, içeriden bakıldığında da ne kadar kasvetli ve şuursuz akıp gittiği gerçekten inanılmazdır.
***
Tek tek her bir bireyin yaşamı, genel olarak bakıldığında daima bir trajedidir, ama detaylara inildiğinde komedinin karakterine sahiptir.
***
Kişinin yaşamı tıpkı bir sarkaç gibi ıstırap ve can sıkıntısı arasında gider gelir. Orta sınıf yaşamında, can sıkıntısı pazar günü ile, yoksunluk ise haftanın diğer altı günü ile temsil edilir.
***
Dünyada olup biten her şey, zorunlu olarak meydana gelen olayların sıkı bir zincirini oluşturur. Dünyada “mevcut” olan şeyler aynı zamanda “zorunludur”. Her olay ya zorunludur ya da imkansız.
***
En etkili teselliyi, zorunluluğun kesinliğinde buluruz. Başımıza gelen hiçbir kötülük, bunun önlenebilir olduğu düşüncesi kadar bize acı çektirmez. Dolayısıyla olan biteni zorunluluk çerçevesinden değerlendirmek kadar bizi yatıştıran başka bir şey yoktur.
***
Bütün mutluluk, istediğimiz ve elde ettiğimiz şeyler arasındaki orana bağlıdır, orandaki niceliklerin miktarı önemli değildir.
Immanuel Kant (1724-1804)
Seçilmiş Yazılar
Aydınlanma nedir?
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama halinden kurtulmasıdır.
Bu ergin olmayış durumu, insanın kendi aklını, bir başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanamayışıdır.
Sapere Aude! Kendi aklını kullanmak cesaretini göster!
Bu söz, imdi aydınlanmanın parolası olmaktadır.
Tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar. Ergin olamama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, sağlığım ile ilgili kararları veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. …
Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; aklı çekinmeden kullanma özgürlüğü. Ne var ki, her yandan “Düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!” diye bağırıp duruyorlar. Subay: “Düşünme, eğitimini yap!”, maliyeci: “Düşünme, vergini öde!”, din adamı: “Düşünme, inan!” diye bağırıyor. …
***
Kesin buyruk şudur:
Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye (maksime, düstura) göre eylemde bulun.
***
İnsanlığa, her seferinde yalnız “araç” olarak değil, ama aynı zamanda “amaç” olacak biçimde davran.
***
Mutluluk kavramı öylesine belirsiz bir kavramdır ki, her ne kadar her insan ona ulaşmayı dilese de, hiçbir zaman kesinlik ve tutarlılıkla, aslında ne istediğini söyleyemez. …
Zenginlik mi istesin? Bu zenginlik, onu nice kaygılar, kıskançlıklar içine boğazına kadar batırabilir. Bilgi ve kavrayış gücü mü istesin? Belki de bu, şimdi onun göremediği kötülükleri, ona daha korkunç bir şekilde göstermek için keskinleşmiş bir göz olabilir. Uzun bir yaşam mı istesin? Bunun, uzun bir sefalet olmayacağına kim güvence verir ki? Bari sağlık mı istese? Ama kaç kere, bedenin rahatsızlığı, onu aşırılıklara kapılmaktan alıkoymadı mı? ..
Platon (MÖ 428-348)
Devlet
– Birini tutup başa getirmek, onu besleyip şişirmek, halkın eski adeti değil mi?
– Hep budur yaptığı.
– Halkın başına geçen adam, çokluğun kendine kul köle olduğunu görünce yurttaşlarının kanına girmeden edemez. Onu bunu suçlayıp mahkemelere sürükler, kimini sürer, kimini öldürtür. Böyle bir adamın kaderi bellidir artık.
– İster istemez.
…
– İlk günler zorba, zorbanın tam tersi gibi gösterir kendini; halka bol bol umutlar verir, borçluları avutur, değil mi?
– Öyledir.
– Savaşlar çıkarır, halkı hep buyruğu altında tutmak için.
– Hem de vergilerle fakirleşen yurttaşlar kendine karşı ayaklanmasınlar diye.
– O da doğru.
– Ona boyun eğmeyecek dik kafalı insanlar görürse, haklarından gelmek için düşmana salar onları. Bir zorba her zaman savaş kundakçısı olmak yolundadır.
– Öyledir.
– Ama böyle davranmakla yurttaşların gözünden de düşmeye başlar.
– Çaresiz.
– Zorbanın yükselmesine yardım etmiş hatırı sayılır kimseler arasından sözlerini esirgemeyen çıkar, zorbanın yüzüne karşı durumun kötülüğünü söylerler.
– Böyleleri çıkabilir.
– Başta kalmak isterse, zorbanın bütün bu adamları temizlemesi gerekir. Dostları arasında olsun, düşmanları arasında olsun bir tek değerli adam bırakmaz.
– Güzel temizlik doğrusu.
– Evet, hekimlerin başvurduğu temizlemenin tam tersi. Onlar bedende kötü ne varsa atıp, yalnız iyiyi bırakırlar; zorbaysa iyileri atıp kötüleri bırakır.
…
– Ya halk kızar da derse ki: Ben seni, beni uşaklarının uşağı yapasın diye mi koydum oraya? Şimdi topla adamlarını ve çekil devletten!
– İşte o zaman halk onun ne büyük bir baş belası olduğunu anlamıştır.