Blog hakkında:

Sokrates, ölüme mahkûm edildikten sonra, hapiste tutulurken flüt çalmayı öğreniyormuş. Mahkumlardan birisi ona “bu ne işine yarayacak ki bu saatten sonra” diye sorunca, “ölmeden önce flüt çalmayı öğrenmiş olmaya” demiş.

Emeklilik sonrası felsefe öğrenmeye kalkınca aklıma bu hikaye gelmişti. Bu blog başında da bu hikayeyi paylaşmak istedim.

Felsefeyi, felsefe bilmese de, öğretme yöntemleri konusunda 25 yıllık tecrübesi olan birinden öğrendim. Demem o ki, öğrenci de öğretmen de bendim. Bu süreç boyunca önemli bulduğum kimi konuları, felsefeye ilgi duyan kişilerle paylaşabilmek için küçük hacimli bir kaç kitap yazdım. Işte bu blog hem bu kitapları hem de önerebileceğim başka bazı kitapları tanıtabilmek amacıyla hazırlandı. Önce kendi kitaplarımı önsözleri yardımıyla sonra da diğer kitapları yaptığım alıntılarla tanıtmaya çalışacağım.

Hades’te Bir Gece, Önsöz:

Bu çalışma, kurmaca söyleşilerimin şimdilik sonuncusu. Bugüne kadar sırasıyla Nietzsche, Schopenhauer, Zizek ve Foucault ile söyleşiler kurguladım: Nietzsche ve Schopenhauer ile Küçük Bir Söyleşi (Sobil, Fihrist), Zaten Yoktular (Metis), Foucault ve Şeyler (Metis).

Bu son çalışmamda ise büyük bir filozof yer almıyor; kahramanımız sıradan bir fizikçi. Bu fizikçi bir gece kendisini “öteki dünya”da biriyle söyleşirken buluyor. Söyleştiği kişi, kendisini O’nun hizmetkarı olarak tanıtan gizemli biri. Bu ikili Tanrı, benlik, hiçlik, etik, özgürlük, zaman gibi kimi konularda bir güzel sohbet ediyor.

Bu çalışmamda da metafiziksel ve varoluşsal kimi temaları açıklığa kavuşturmayı amaçladım, bir farkla ki, bu çalışmada “parataksis” tekniğini yani kısa ve basit cümleleri tercih eden edebi tekniği daha fazla kullandım. Ayrıca, bu söyleşiyi felsefeye aşina olmayan okurların da kolayca takip edebilmesi için kıyıdan fazla uzaklaşmamaya da dikkat ettim.

Kahramanımızın söyleştiği gizemli şahsı, Nietzscheci anlamda bir “üst-insan” modeli olarak betimleyebilmek için, onun alıntıladığı bazı aforizma ve pasajları metne yedirdim yani bunları ona mâl ettim; fakat tüm alıntılar kaynakçada belirtilmiştir. Bu metnin önsözünde daha fazla bilgi vermek, spoiler vermek gibi olacak. Bu nedenle bu kadarla yetiniyorum. Önceki söyleşilerime gösterilen ilginin bu çalışmaya da gösterileceğini umarım.

Keyifli okumalar.

Felsefi Militanın Bir Günü, Önsöz:

Bu çalışma, bir akademisyenin sıradan bir gününü anlatıyor. Kitabın başlığına atıfla bir felsefi militanın. Bu tabir Alain Badiou’ya ait. Badiou “Fransız felsefi evresinin ta kendisini, onun programını ve onun en üst düzey amacını oluşturur” dediği hususları paylaşırken şu ifadeleri kullanır: “Felsefeyi, siyaset felsefesi üzerinden dolaylı yoldan değil, doğrudan siyasal arenaya yerleştirmek; ‘felsefi militan’ adını vereceğim kavramı icat etmek, felsefeyi kendi şimdisi ve varlığıyla militan bir pratik olarak kurmak: Sadece siyaset üzerine düşünmek yerine, gerçek bir siyasal müdahalede bulunmak…” Buna göre felsefeyi aktif bir eylem biçimi olarak benimseyen ve onu siyasal mücadele içinde somut bir pratik hâline getiren kişiyi “felsefi militan” olarak tanımlayabiliriz.


Çalışmada bir akademisyenin sıradan bir gününün beş farklı kesitinde yer alan kimi konuşmalara kulak misafiri oluyoruz. Aslında, neler konuşulduğundan çok nasıl konuşulduğu önem taşıyor bu çalışmada. Çünkü felsefi ve bilimsel temaları daha kolay anlaşılır ve aktarılır bir hâle getirebilmek amacıyla giriştiğimiz bir deneme bu. Deneme dedim ama bir edebiyat kategorisi anlamında değil; çaba veya arayış anlamında bir deneme. Bu amaç için en uygun formun “diyalog” olduğu düşüncesiyle, kitaptaki beş bölümden dördü bu formda kaleme alınmıştır. Son bölüm ise tek kişilik bir diyalogdur. Peki, neden diyalog? Her şeyden önce karmaşık konuları açık hâle getirmek diyalogla daha kolaydır. İkinci bir şahsın araya girerek sorular sorması, itirazlarda bulunması, açıklık talep etmesi bu amaca hizmet eder. Ayrıca sıkıcı olabilecek bir düzyazıya kıyasla, diyaloglar metne akıcılık kazandırır. Böylece okur, âdeta bir hikâye okurmuş gibi konunun içine çekilmiş olur.


Benim kurmaca diyalog türü çalışmalarıma esin kaynağı olan kitap Apostolos Doxiadis’in bir kitabıdır. Bu kitapta (Petros amca ve Goldbach sanısı) yazar, meslekten matematikçi olanların bile çok zor anlayabildiği bir konuyu ele alır: Gödel’in eksiklik teoremi. Kitapta bu konu kurmaca bir diyalog biçiminde işlenmiştir. Ve öyle güzel kurgulanmıştır ki bu diyalog, sonunda matematikçi olmayanların bile anlayabileceği bir metin ortaya çıkmıştır.


Metinde zaman ve mekân özellikle belirsiz tutulmuş ve şahıs ismi kullanılmamıştır. Böylece okurun dikkatini doğrudan metinde işlenen konulara yöneltmesi amaçlanmıştır. Metindeki diyalogların bazısı didaktik, bazısı da sohbet havasındadır. Diyaloglarda olabildiğince anlaşılır bir üslup kullanmaya dikkat edilmiş ve felsefeye âşina olmayan okurların da rahatlıkla okuyabileceği bir metin oluşturulmaya çalışılmıştır. Dileğim, okurların bu diyaloglara yalnızca kulak misafiri olmakla yetinmemesi, aynı zamanda onlara iştirak etmesidir.

Iyi okumalar.