Edebiyat ve Sosyal Bilimler

Yuval Noah Harari (1976)

Homo Deus

Doğal seçilim 4 milyar yıldır, sonunda sapiens’e dönüşmemize yol açan ince ayarlar yapıyor ve sapiens’in son durak olduğu söylenemez.  Genlerimizdeki görece küçük değişiklikler, taştan kesici aletler yapmanın ötesine geçemeyen homo erectus’u bilgisayar yapan homo sapiens’e dönüştürdü. Günümüz biyomühendisliği doğal seçilimin bütün hünerini sergilemesini sabırla beklemeyecek ve genetik kodumuzu baştan yazacaktır.

Teknoloji insan zihnini yeniden yapılandırdığında homo sapiens türü ortadan kalkacak ve yepyeni bir süreç başlayacaktır. 21. yüzyıl, insan türüne “ilahi” bir yaratma gücü sağlayacak ve homo sapiens türünü homo deus (tanrı-insan) türüne dönüştürecektir.

***

Aids ve ebola gibi doğal felaketlerle mücadelede ibre insanlığın lehine dönüyor. Peki, ya insan doğasından kaynaklanan tehlikeler ne olacak? Günümüz biyoteknolojisi bakteri ve virüsleri yenmemizi şimdilik sağlıyor fakat aynı zamanda teröristlerin daha korkunç hastalıklar yaratmasına da imkan sağlıyor. İnsan türünü mahvedecek büyük salgınların, acımasız bir ideolojinin takipçisi insanların elinden çıkması işten bile değil.

***

5000 yıl önce Sümerliler yazıyı ve parayı icat etti. Yazı ve para siyam ikizleridir; ebeveynleri aynı olup aynı zamanda ve aynı mekanda doğmuşlardır. Krallıklar yazı ve para sayesinde kurulabilmiştir. Çünkü yüz binlerce insandan vergi toplamak ve karmaşık bürokrasileri işletmek bu ikisi sayesinde mümkün olmuştur.

***

Modernite bir sözleşmedir, aslında basit bir sözleşmedir. İnsanlar bu sözleşmeyle, güç karşılığında anlamı terk etmiştir.

Modern yaşam, anlamdan yoksun olduğu kabul edilmiş bir dünyada, güç peşinde bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudur.

Modern kültür dur durak bilmeden araştırıyor, üretiyor ve büyüyor ama aynı zamanda daha önce hiçbir kültürde görülmediği kadar büyük bir varoluş endişesiyle bir türlü huzura kavuşamıyor.

***

Dünyada üç tür kaynak vardır: Hammadde, enerji ve bilgi.

İlk ikisi tükenebilir; fakat bilgi, tükenmeyen aksine büyüyen bir kaynaktır, ne kadar kullanılırsa o kadar artar.

***

İnsanlar diğer seçmenlerle bir bağ kuramazsa, onların ülkenin hayati çıkarlarını umursamadıklarını düşünürse, seçim sonuçlarını kabullenmek için herhangi bir sebepleri olmayacaktır. Demokratik seçimler yalnızca belli idealleri paylaşan toplumlarda uygulanabilir.

***

Liberaller insanların özgür irade sahibi olduğuna inandıkları için bireysel özgürlüklere çok değer verirler. Ancak, geçtiğimiz yüzyılda bilim insanları homo sapiens’in kara kutusunun kapağını araladı ve orada ne ruh, ne özgür irade, ne de benlik bulamadı.

Beynimizdeki süreçler deterministik ya da rastlantısal olabilir ama asla özgürce ortaya çıkamazlar. Kutsanan özgürlük ifadesi, tıpkı ruh gibi herhangi bir anlamdan yoksundur. Evet, kendi istediğimi yapıyorum ama bu isteklerin hiçbirini kendim seçmiyorum.

***

Geleceğin yeni cesur dini, silikon vadisinde mayalanıyor.

Bu yeni dinlerden biri “tekno-hümanizm”dir. Bu dine göre, homo sapiens tarihsel görevini yerine getirmiş olup artık yerini homo deus’a bırakmalıdır. Tekno-hümanizm bizlerin homo deus’u yaratmak için ileri teknolojiyi kullanmakla yükümlü olduğumuz sonucuna varır. Artık insanların oyunda kalabilmelerinin tek yolu, kendi zihinlerinin sürümünü yükseltebilmelerinden geçmektedir. Unutmayalım, yüzyıl önce bazıları bunu etnik temizlik yoluyla yapmayı planlamıştı, tekno-hümanizm ise amacına genetik mühendisliği ve nanoteknoloji gibi daha insani yöntemlerle ulaşmaya çalışıyor.

Ancak, insan zihnini yenilemek son derece karmaşık ve son derece tehlikeli bir girişimdir.

Karl Ove Knausgaard (1968)

Son

Yunanlılar demokrasiyi bulmuştu fakat tuvaleti akıl edememişlerdi.

***

Bir çocuk anne babasından hiçbir şey öğrenemez; umabileceği tek şey onların yanlışlarını tekrar etmemektir.

***

Yaşlanmak daha fazla anlamak değildir, anlayacak daha fazla şey olduğunu bilmektir.

***

Umutsuzluğun yükü, umudun yükünden hafiftir.

***

İnanmayı istemek mümkün değildir, terim çelişkisidir.

***

İstemek, istemek zorunda kalmaktır, Ibsen’in dediği gibi.

***

Vicdan, ahlakın bireyde kendini göstermesidir.

***

Ahlak “ben”in içindeki “biz”dir.

***

Kibir, bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma olmasaydı, kişi zayıflığının ve eksikliğinin altında ezilirdi.

***

Darwin sonrası dünya aynıydı ama gerçeklik değişmişti. Dünyayı tanımlamak gerçekliği yaratmaktır. İnsanlığı Shakespeare yaratmıştır diyen Harold Bloom işte bu düşünceyi dile getirmektedir.

***

Metin açısından üslup, davranış açısından ahlak gibidir; nelerin nasıl söylenebileceğini, söylenmesi gerektiğini belirler.

***

Şiir şarkının akrabasıdır ve müzik ile söz arasında bir yerde bulunur, başka bir deyişle sözün ötesine geçebilir ve böylece dünyanın dışına çıkabilir.

Wendy Brown (1955)

Artık Hepimiz Demokratız

Bugün demokrasi kavramsal olarak hiç bu kadar muğlak, bu kadar içi boş olmamıştı.

Modern demokrasinin ikizi olan kapitalizm, en sonunda demokrasiyi de bir markaya indirgemiştir.

Artık hepimiz demokratız. Peki ama demokrasiden geriye ne kaldı?

***

Neoliberalizm, kendi emellerine alet etmek için demokrasi terimini gasp etmektedir.

Vaktiyle sağ cenahın yönetişim anlayışını kınamak için kullanılan o alaycı terim “piyasa demokrasisi”, artık kendini yöneten halkla hiç ilgisi kalmayan bir siyasal biçimin olağan sıfatı haline gelmiştir.

***

Halkın kendi kendini yönetmesi için, her şeyden önce bir halkın olması gerekir.

Küreselleşmenin ulus-devlet anlayışını aşındırması, bu koşulun kuyusunu kazmıştır.

***

Bizi ancak demokrasi özgürleştirebilir. Peki ama, insanlar özgürlük istiyor mu?

Bugün için hangi kanıt, insanların “ekmek yerine özgürlük” istediğini öne sürmemize imkan tanır ki?

Bir yandan insanların demokratik özgürlüğe pek de can atmaması, bir yandan da arzu etmediğimiz türden demokrasilerin bulunması gibi bir sorunla karşı karşıyayız.

Michael Foley (1947)

Saçmalıklar Çağı

İnsanlık tarihinin en gösterişli ve en saçma seferi, ay’a gidiştir.

Aya neden gidilmiştir? İnsan aya, aya gidilebileceğini göstermek için gitmiştir.

***

Yaşlanmak mantığa aykırı…şok edici…saçma!

Yaşlandıkça her şeyimiz ufalmaya başlar, yaşlandıkça zaman hızlanmaya başlar, yaşlandıkça dünyaya duyulan öfke artar. Yaşlandıkça …

***

Sevda ve sevgi farklı hatta zıt şeylerdir.

Sevda bağımlılık, sevgi kendini adamadır; sevda sorumsuzdur, sevgi sorumluluğu yürekten kabullenir; sevda zahmetsizdir, sevgi çaba ister; sevda fantezi yaratır, sevgi gerçekliği kabul eder; …

***

Düşünmenin alternatifi duygular değil, düşünmemektir.

Duygular elzemdir ama her zaman düşünceyle dengelenmelidir.

***

Bir insan asla hiçbir şey yapmadığı zamandan daha faal değildir. (Cato)

***

Öğretmen için öğrencinin seviyesine inmek kolaydır; fakat öğretmenlik, öğrenciyi öğretmen seviyesine çıkarmak demektir.

***

İnsan, hayvan olduğunu bilen, dolayısıyla hayvan gibi davranmama seçeneğine sahip tek hayvandır.

***

Suçlu: Hakim bey, ne yapayım benim doğam böyle. Genlerimde yazılmış bütün bunlar, başka seçeneğim yoktu.

Hakim: Benim genlerimde de yasayı uygulamak yazıyor; bu yüzden size en ağır cezayı kesmekten başka seçeneğim yok.

***

Yapılan iyilikleri çabucak unuturken, yapılan kötülükleri hiç unutmayız.

“İnsanların kötülükleri yaşar tunçta, erdemlerini ise yazarız suya.” (Shakespeare)

***

İnsanın kendini kandırma kapasitesi olağanüstüdür. Ama daha müthiş bir kapasitesi daha vardır: Kendini haklı çıkarma kapasitesi.

***

Modern toplumda, “anonim otorite” denilen ve karşı konması çok zor bir kültürel baskı mevcuttur. Bu otorite, tıpkı şeytanın yaptığı gibi, herkesi var olmadığına inandırmanın en akıllı hamle olacağını anlamıştır.

Wolfgang Streeck (1946)

Neoliberal Kapitalizm İçin Sonun Başlangıcı

Neoliberalizm küreselleşmeyle birlikte veya küreselleşme neoliberalizmle birlikte geldi; büyük gerileme böyle başladı.

On dokuzuncu yüzyıl faydacılığının somutlaşmış hali olan neoliberal ideoloji, özellikle rakibi olan sosyalizmin 1989 da çökmesi sonucunda, dünyada neredeyse tam bir hakimiyete kavuştu; hem merkez sağda hem de merkez solda tek düşünce haline geldi.

Bu dalganın mottosu “Tina” yani “There is no alternative” yani “Alternatif yok” idi. Bu yeni tanrıçaya hizmet etmek isteyenler, sermayenin dünyaya yayılmasını bir zorunluluk olarak benimsemeli ve sermayenin önüne çıkan her engeli yolundan temizlemeliydi.

Yapılması gerekli “reformlar” şunlardı: Esnek işgücü piyasaları, gelir dağılımını makası açarak “iyileştirmek”, özelleştirme, piyasalaştırma.

Tüm bunlara siyasal partilerin gerilemesi eşlik etti. Sendika örgütlenmeleri eridi. Sendikaların zayıflamasıyla işçilerin işleri güvensizleşti, maaşlar düştü, dayanışma bitti. Neoliberalizm pek çok yapısal dönüşümü de beraberinde getirdi. En önemlileri imalat sanayilerinin başka ülkelere taşınması, büyük şirketlerin daha küçük şirketlerden oluşan bir zincir şeklinde yeniden yapılandırılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve günlük hayatın finansallaşmasıydı.

Ve neoliberal devrim, “hakikat sonrası” siyaset çağını başlattı. Yalan, en yüzsüzcesi bile, siyasette hep vardı fakat neoliberal devrimle birlikte yeni bir tür siyasal yalan türedi dünyada. 2016 da Oxford Dictionary’nin yayın kurulu “hakikat sonrası”nı yılın kelimesi ilan etti.

Bir “fetret dönemi” içinde olduğumuz ifade edilmekte. Fetret dönemi, eski düzenin dağıldığı ama yenisinin henüz oluşamadığı, bir belirsizlik dönemini anlatır. Yeni düzenin neye benzeyeceği de belirsizdir. Yeni düzen ortaya çıkıncaya kadar bin bir çeşit patolojik fenomen, alışılmış çerçeveye sığmayan grotesk bir şeyler beklemeliyiz.

Julian Barnes (1946)

Korkulacak Bir Şey Yok

Bir şair insan yaşamını, karanlıklardan çıkıp ışıl ışıl ışıklandırılmış bir şölen salonuna uçarak gelen ve sonra da salonun öteki yanından yeniden karanlıklara uçup giden bir kuşa benzetmişti.

Bu argümanın daha incelikli bir versiyonu Richard Dawkins’den gelir: Gerçekten de hepimiz öleceğiz; ölüm mutlak ve öte dünya da bir yanılsama; ama böyle bile olsa, bu bizi talihli kişiler kılıyor. Çünkü, çoğu “insan” doğmuyor bile ve onların sayıları, arabistan çöllerindeki kum tanelerinden daha fazla.

Peki, ben bu argümanı neden bir avuntu olarak görmüyorum? Her şeyden önce, genetik olarak varsayımsal olan trilyonlar mertebesindeki sözde “potansiyel insanları”, potansiyel insan olarak düşünemiyorum. Ölü doğmuş bir bebeği potansiyel bir kişi olarak görmekte güçlük çekmiyorum, gelgelelim bütün şu olanaklı kombinasyonları bu şekilde düşünemiyorum.

***

Ölmemiz gerektiğini biliyoruz ama ölümsüz olduğumuza inanıyoruz. İnsanlar kafalarında gerçekten de böylesi garip çelişkiler mi barındırıyorlar? Freud ise bu durumun normal olduğunu ifade etmiş: “Demek ki bilinçdışımız kendi ölümüne inanmıyor; sanki ölümsüzmüş gibi yaşıyor.”

***

Somerset Maugham 1902 yılına ait notlarında şöyle yazmış: “Basmakalıp ve sıradan insanlar, sonsuz yaşam gibi olağanüstü bir iddia için hiç de uygun görünmüyor bana. Küçük tutkuları, küçük erdemleri ve küçük zaaflarıyla ancak bu dünyaya uygun onlar; fakat ölümsüzlük tasavvuru, böylesine küçük ölçekli varlıklar için çok çok fazla.”

Pascal Mercier (1944)

Lizbon’a Gece Treni

Bazen bir şeyden korkar insan, çünkü başka bir şeyden korkmaktadır.

***

İnsan yazmadıkça kim olmadığını bilmemesi bir yana, kim olduğu hakkında da bir fikri olmuyor.

***

Başkalarının bizim hakkımızda anlattığı hikayeler ve insanın kendisi hakkında anlattığı hikayeler: Hangisi gerçeğe daha yakındır? Kendi anlattıklarımızın doğruluğu o kadar kesin midir? Yoksa gerçek denen şeyler yalnızca hikayelerimizin aldatıcı gölgeleri mi?

***

Konu yalnızca onu artık görmememiz değildi. Onun yokluğunu görüyorduk. Onun eksikliği, bir fotoğraftan kesilip çıkarılan birinin bıraktığı keskin hatlı boşluk gibiydi.

***

Geçmiş şeylerin izleri beni neden üzüyor, bunlar sevinçli bir şeyin izleri olsalar bile?

***

İnsan bir başına olabilir ama yalnızlık hissetmez; fakat insanların yanındayken yalnızlık çekebilir. Demek ki yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey değil. Öyleyse neyle ilgili? Neyle Tanrı aşkına?

***

Hissettiği başka bir şeydi: Zaman duruyordu, yo hayır; durmuyordu da onu kendisiyle birlikte sürüklemiyor, bir geleceğe doğru taşımıyordu, yanı başından ilgisizce, kendisine değmeden akıp gidiyordu.

***

Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla keşfedebiliriz neler ummuş olduğumuzu? Hayal kırıklığı olmasa insan kendini tanıyabilir mi?

***

Ölüm korkusunu, olmayı istediğimiz kişi olamamak korkusu olarak tanımlayabiliriz.

Peter Handke (1942)

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi

Penaltı verildi. Bütün seyirciler kalenin arkasına koştu. “Kaleci, ötekinin hangi köşeye atacağını düşünüyor” dedi Bloch. “Vuruşu yapanı tanıyorsa genelde hangi köşeyi seçtiğini bilir. Ama şu da mümkün: Penaltıyı atan, kalecinin bunu düşüneceğini hesaba katar. O zaman kaleci de topun bugün tutup öbür köşeye geleceğini düşünür. Ama ya penaltıcı topu her zamanki köşeye atacak olursa? Bu hep böyle sürer gider.”

Bloch bir şey söylemek istiyordu ama diyeceği aklına gelmedi. Hatırlamaya çalıştı: Ne olduğunu hatırlamıyordu ama tiksintiyle bir ilgisi vardı. Sonra kadının bir el hareketi aklına başka bir şey getirdi. Gene ne olduğunu hatırlayamadı ama utançla bir ilgisi vardı. … Duyguları geçmiş şeyler gibi hatırlamıyor, yeniden yaşıyordu: Utancı, tiksintiyi hatırlamıyor, şimdi utanıp tiksiniyordu.

Bir süre sonra Bloch bilincine bir cümlenin yerleştiğini fark etti: “Çok uzun zaman aylak kaldı da ondan işte!” Cümle kendisinde bir kapanış cümlesi izlenimi uyandırdığından, aklına nerden takıldığını düşündü. Daha önce ne vardı? Evet! Ondan önce şöyle düşünmüştü: “Şutu beklemiyordu, topu kaçırdı.” Bu cümleden önce de kendisini huzursuz eden fotoğrafçıları düşünmüştü. Daha önce de … Ya daha önce? … Ya ondan önce?

Jon Elster (1940)

Sosyal Davranışı Açıklamak

İyi bir deneyimin hatırası iyi bir deneyimdir. Bu nedenle, Tennyson, “hiç sevmemiş olmaktansa, sevip kaybetmiş olmak daha iyidir” der.

***

Aşk, olasılık ve ihtimal modunda benimsenen bir duygudur.

Şöyle ki, “aşk hem karşılıklı olmadığından emin olunduğunda hem de karşılıklı olduğundan emin olunduğunda biter.” (Stendhal)

***

Eğer haksız yere başka birini incittiysem, hatalı olduğumu kendime itiraf etmek yerine, incittiğim kişide beni mazur gösterecek bir hata ararım.

Böylece, davranışımı “rasyonelleştirmiş” olurum.

***

İnsan, tutarlı bir şekilde kendisinin saf olduğunu iddia edemez. Çünkü bu iddianın kendisi, insanın kendini bilmesini gerektirir.

Ayrıca, benzer nedenle, “saygın olduğunu iddia eden, onu kaybeder” denmiştir.

***

İnsanlar koşullara göre ya “uyumsal” ya da “karşı-uyumsal” tercihlerde bulunur.

Uyumsal tercihler, “kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş” sözüyle kastedilen tercihlerdir.

Karşı-uyumsal tercihler ise, “komşunun tavuğunun komşuya kaz göründüğü” tercihlerdir.

***

İnsanlar bir şey için büyükçe bir miktar para ödediklerinde, o şeye gereğinden fazla değer biçerler.

Oyun yazarı Arthur Miller’e göre, “İnsanlar bir tiyatro için fazla sayılabilecek bir para ödediklerinde, bir çoğu, oyunun sıradan olduğunu ve paralarını boşa harcadıklarını kendilerine itiraf edemezler; tam tersine, kendilerini iyi zaman geçirdiklerine inandırmak için oyunun sonunda çılgınca alkışlarlar.”

***

Öfkeli bir insana, öfkesinin söz konusu durumda anlamsız ve gerekçesiz olduğunu söylemek yerine, suçun aslında hormonlarda olduğunu söylemek, ahlaki bir hatadır.

Bunu söylemek, bu kişiyi sadece biyolojik mekanizmalarca yönetilen ve tartışmaya açık olmayan biri gibi yorumlamak demektir.

***

Eğer bir yazarı çok beğeniyorsak, yazarın, tarafsız bir okurun sıradan düşünceler olarak göreceği kimi düşüncelerine derin anlamlar yükleriz.

İnsanlar beklentilerini dünyaya yansıtır ve sonra da dünyanın bunları doğrulamasını isterler.

***

– Sayın Freud, bugün dünyanın size göre en saygın yahudi şahsiyeti kimdir?

– Bence, sizsiniz.

– Hayır, hayır!

– Sadece “hayır” demeniz yeterli olmaz mıydı?

Bu harika diyalogda Freud haklıdır, çünkü iki kez hayır demek,“evet” demektir.

***

Bazı duygular, diğer tüm düşüncelere yer bırakmayacak denli güçlü olabilir.

Örneğin, öfke karşı konulmaz derecede güçlü olabilir. Tıpkı 2006 dünya kupasının son dakikalarında Zidane’ın italyan rakibine kafa atması gibi.

***

Montaigne-Pascal hipotezi:

Montaigne, “Bilgiden önce gelen bir anaokulu cahiliyesi ve bir de bilgiden sonra gelen doktora cahiliyesi vardır” derken, Pascal da onu destekler: “Daha fazla bilgi edinerek, kişi önce kendinden daha emin olur ama sonrasında kendinden daha az emin olur.”

***

Bir duygu, açıkça kavramsallaşmadığında, davranışsal göstergesi daha azdır. Bu görüşe katılan la Rochefoucauld, “insanlar aşk diye bir şey olduğundan bihaber olsalardı, aşık olmazlardı” diye yazmıştı.

Suçluluk duygusu da insanların çok küçük yaşlardan beri şu veya bu durumda suçluluk duymaları gerektiğini söyleyip duran toplumlarda daha yaygın olabilir.

***

Bir eylemin iki gerekliliği vardır: Ne yapacağını bilmek ve bunu yapabilmek. Fakat çoğu zaman bu ikisi bir arada bulunmaz.

Bu yüzden bir Fransız atasözü, “Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse” der.

Bir Norveç atasözü ise orta yaşa ayrı bir değer biçer: “Orta yaş, bilecek kadar yaşlı ve yapabilecek kadar kadar genç olduğun zamandır.”

***

“Yan ürün” denilen bazı durumlar vardır; bunlar, kendiliğinden ortaya çıkabilen ama isteyerek ortaya çıkarılamayan durumlardır.

Örneğin, unutmayı istemekle unutamayız; inanmayı istemekle inanamayız; uyumayı istemekle uyuyamayız. Bunları gerçekleştirme girişimleri sonuç vermez hatta işleri daha da kötü yapabilir.

Thomas Bernhard (1931)

Neden?

Dünyaya getirilir, ama yetiştirilmeyiz. Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar. Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk üç yılında mahvetmeyi başarırlar, üstelik bu başarılarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler…

Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir… İlk üç yılımızda işte bu cehalet tarafından ömür boyu sürecek şekilde sakatlanır ve mahvediliriz…

İnsanın ebeveynleri yoktur, sadece onu dünyaya getiren suçlular vardır. Milyonlarca ve milyarlarca ahmak, muhtemelen daha on yıllarca ve belki yüzyıllarca tekrar tekrar milyonlarca ve milyarlarca ahmak üretecek…

Ardından, en büyük tahrip edici olarak dinler, insan ruhunun mahvedilmesi görevini üstlenirler. Okullar ise, hükümetlerin görevlendirmesiyle dünyanın her yerinde bu genç insanlara yönelik zihin cinayetlerini işlerler…

Bu korkunç ve inanılmaz gidişat yüzyıllar, binyıllar boyunca insan toplumunda alışkanlık haline gelmiş, toplum bu alışkanlığı kanıksamıştır.

Michel Foucault (1926-1984)

Özne ve İktidar

Entelektüel olmak, bilgiyi, yalnızca başkalarının düşüncelerini değil, aynı zamanda kendi düşüncelerini de değiştirecek şekilde kullanmaya çalışmak anlamına gelir. Entelektüelin varlık nedeni budur.

Bir entelektüelin görevi başkalarına ne yapmaları gerektiğini anlatmak değildir. Onun görevi, insanların zihinsel alışkanlıklarını ve düşünme biçimlerini tepeden tırnağa sarsmak ve genel geçer şeyleri yıkmaktır.

***

Yaşamda önemli olan şey, başlangıçtakinden farklı biri haline gelmektir.

Benim rolüm, insanların belli bir tarihsel dönemde yaratılmış bazı temaları hakikat olarak kabul ettiklerini ve bunun eleştirilebileceğini göstermektir. İnsanların düşüncesindeki bir şeyleri değiştirmek; işte entelektüelin rolü budur.

***

Kant aydınlanmanın bir düsturu olduğunu söyler: Aude sapere. Yani, bilmeye cesaret et, bilme cüretini göster.

Aydınlanma, hem insanların topluca katıldıkları bir süreç hem de kişisel olarak gösterilmesi gereken bir cesaret edimidir.

***

Eski yunan ve roma kültüründe bir “yaşama sanatı” vardı. Bu yaşama sanatında beni ilgilendiren önemli bir fikir var; yaşamda gerçekleştirmemiz gereken eserin, arkada bırakacağımız bir şey (bir kitap, bir servet, bir kurum) olmayıp, sadece kendi yaşamımız ve kendimiz olduğu fikri.

Herkesin yaşamı bir sanat eserine dönüştürülemez mi? Niçin bir tablo ya da ev sanat eseridir de, kendi yaşamımız değil?

***

Yaptıklarımın akademik statüsüyle ilgilenmiyorum çünkü sorunum kendimi dönüştürmek. İnsanlar, “Birkaç yıl önce şöyle düşünüyordunuz, şimdi ise böyle söylüyorsunuz” dedikleri zaman, cevabım, “Yoksa benim yıllarca hiç değişmemek için mi böyle çalıştığımı sanıyorsunuz?” oluyor.

İnsanın bilgisiyle kendini dönüştürmesi, estetik deneyime çok yakın bir şey.

***

İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir. İktidarın karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışlarını (tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmesidir. İnsanların insanlar tarafından yönetilmesi belli bir rasyonalite türü gerektirir, ancak araçsal şiddet gerektirmez.

Devlet, yüzyıllardan beri insan yönetiminin en heybetli ama aynı zamanda en kuşkulu biçimlerinden birisi olmuştur.

Benim araştırmalarımın genel teması iktidar değil öznedir.

***

İktidardan söz edildiği zaman, insanların aklına hemen bir siyasi yapı, hükümet, güçlü bir toplumsal sınıf, vb. gelir. İktidar ilişkileri terimini kullandığımda düşündüğüm şey bu değil. Demek istiyorum ki, ne olursa olsun bütün insan ilişkilerinde – ister bir aşk ilişkisi, ister bir ekonomik ya da kurumsal ilişki olsun – iktidar hep vardır. Bir kişinin, başkasının davranışlarını yönlendirmeye çalıştığı bir ilişkiyi kastediyorum.

***

Kişisel yaşamımın ilginç hiçbir yanı yok. Böyle olduğu için bunu saklamaya değmez, aynı nedenle herkesin bilmesine de değmez.

Max Frisch (1911-1991)

Sorular, Sorular, Sorular

Birini seviyorsanız, neden hayatta kalan taraf olmak istemeyip, diğerine keder bırakmayı tercih edersiniz?

***

Sizin ve tanıdığınız herkesin ölümünün ardından, insan soyunun korunması, sizin için hala önemli midir? Neden?

***

Çocuklarınızın, sizin çocukken sahip olduklarınızdan daha iyisine sahip olduğunu düşünüyorsanız, bundan mutluluk mu duyarsınız, yoksa bunu bir serzeniş olarak mı söylersiniz?

***

Çocuklarınızı tanımayı şimdiye kadar başardınız mı? Yani onları oğlunuz ya da kızınız olarak görmemeyi hiç başardınız mı?

***

Birisine mizah duygusuna sahip olduğunu söylediğinizde, kastettiğiniz, onun mu sizi güldürdüğü, yoksa sizin mi onu güldürdüğünüz olur?

***

Neyi ihanet sayarsınız? Bir başkası yaptığında mı yoksa siz yaptığınızda mı?

***

Tek bir dostunuzun olmadığı zamanlar oldu mu, yoksa bunu önleyebilmek için, böyle zamanlarda dostluğa ilişkin beklentilerinizi düşük mü tutarsınız?

***

Eğer şu sırada ölüm kaygınız yoksa, bunun nedeni, yaşadığınız anın tadını çıkarıyor olmanız mı, yoksa bu hayatın şu sıralar size bıktırıcı mı gelmesi?

***

Hangisi size daha çok sıkıntı verir? Ahlaki açılardan haklı gösterilemeyecek bir kazanç mı, yoksa böyle bir kazançtan vazgeçmek mi?

***

Ahlakın polise gereksinimi var mıdır, yoksa polisin mi ahlaka gereksinimi vardır?

***

Alkol almadan yapamıyorsanız, bunun nedenini biliyor musunuz, yoksa asıl bunu bilmemek için mi içiyorsunuz?

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

Sözcükler

– Yazacaksın!

– Neyim var ki seçtiniz beni Tanrım?

– Hiçbir özelliğin yok.

– Peki niçin ben seçildim?

– Nedeni yok bunun.

– Biraz yazı yazma yatkınlığım var mı bari?

– Hayır, hiç yok. Büyük eserlerin kolayca yazan kişilerin kaleminden mi çıktığını sanıyorsun?

– Bu kadar azsa değerim, bir kitap nasıl ortaya koyabilirim?

– Kendini işine vererek.

– Öyleyse herkes yazabilir mi?

– Herkes yazabilir ama ben seni seçtim.

***

Kendimi hiçbir zaman bir yeteneğin mutlu sahibi olarak görmedim. Tek amacım kendimi kurtarmaktı, hem de yalnızca çalışmayla ve yalnızca kendime inanarak kurtarmak.

***

Akıl hastanesinde bir hasta bağırıp duruyordu: “Prensim ben! Grandükü hemen tutuklayın!” Hastabakıcı yanına gelip şöyle diyordu: “Burnunu sil bakayım!” Hasta burnunu siliyordu. Hastabakıcı “Mesleğin ne senin?” diye sorunca, “Kunduracı” diyordu. Ve sonra yeniden haykırmaya koyuluyordu.

Sanırım hepimiz bu adam gibiyiz. Ben dokuz yaşına girdiğimde hiç şüphesiz onun gibiydim; hem prens hem de kunduracıydım.

***

Beni edebiyata, ondan vazgeçirmek için harcadığı çaba yüzünden büyükbabam atmıştır. Bugün bile, kimse istemediği halde bunca kitabı, sırf büyükbabamı hoşnut etmek umuduyla mı yazdım acaba diye sorarım kendime.

Eğer böyleyse, gülünecek bir şey bu. Aşk belasından kurtulunca, “Doğrusu hiç de tipim olmayan bir kadın için hayatımı ziyan ettim.” diye iç geçiren Swann’a benziyorum.

***

Daha önceleri, günlerim birbirine o kadar benziyordu ki, kimi zaman, aynı günü ebediyen tekrarlamaya mahkum olup olmadığımı düşünmüştüm.

Günler pek değişmediler, hala art arda yıkılıp gidiyorlar ama ben, evet ben değiştim.

Ayn Rand (1905-1982)

Hayatın Kaynağı

Mimarları duvarlar ören kişiler olarak düşünenler, olayı anlamıyor demektir. Bizim yaptığımız iş o değil. Biz boşluk yaratıyoruz; bizler fiziksel varlıkların içinde hareket edebileceği boşluklar yaratıyoruz ve bu boşlukları rahatlığa adıyoruz. Böylece yokluğun varlığa üstün geldiğini kabul etmiş oluyoruz. Bu ise hiçbir şeyin herhangi bir şeyden üstün olması demektir.

***

Özgecilik, kendini başkaları için feda etmektir. Bencillik ise, başkalarını kendisi için feda etmektir. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir ya da kendisi uğruna başkalarına acı çektirecektir. Ya acı çekecek ya da acı çektirecektir. İnsanoğluna oynanan en sahtekarca oyun bu olmuştur.

***

Hiçbir yaratıcı insan, kardeşlerine hizmet etmek düşüncesiyle harekete geçmiş değildir. Yaratıcı için önemli olan yaratılan şeydir; ondan yarar sağlayanlar değil. Yaratıcılar hiçbir şeye ve hiçbir insana hizmet etmemişlerdir, onlar kendileri için yaşamışlardır. Başarının yapısı, doğası böyledir.

***

Davranışının gösterişli oluşu, gösterişli denebilecek hiçbir şey yapmamasından kaynaklanıyordu.

***

Mimar olmak istemese ne olmak isterdi… Bunu ona soramazsın. Ama mimar olamasa ne olurdu, onu sorabilirsin.

***

Buğdayı da gülü de üreten, gübredir.

***

Neden bize hep, istediğin şeyi yapmak kolaydır diye öğretiyorlar? Oysa istediğimiz şeyi yapmak dünyanın en zor şeyi. Çok büyük cesaret istiyor. Yani, gerçekten istediğimiz şeyi yapmaktan bahsediyorum.

Joseph Campbell (1904-1987)

Mitolojinin Gücü

Mit nedir? Mit bir metafordur; mit Tanrının bir maskesidir.

Tanrı nedir? Tanrı, doğa güçlerinin ya da bir değer sisteminin kişileştirilmesidir.

Mitoloji nedir? Mitoloji, sondan bir önceki gerçektir.

Son ya da nihai gerçek nedir? Nihai gerçek sözlere dökülemez; nihai gerçek, sözlerin ve imgelerin ötesindedir.

***

Arketip nedir? Dünyanın her yerinde ve insanlık tarihinin her döneminde, farklı kostümler altında kendini gösteren temel ya da ortak bazı düşüncelerdir.

Arketipler neden her yerde ve her zaman karşımıza çıkıyor? Çünkü, ister farklı yerlerde ister farklı zamanlarda yaşasınlar, tüm insanlar özünde aynı güdülere, aynı dürtülere, aynı çelişkilere, aynı korkulara, aynı kaygılara sahiptirler. İşte bu ortak zeminden ortak düşünceler ortaya çıkar ki bunlara arketip diyoruz.

***

Mitoloji özünde şiirdir. Din, bu şiiri düzyazıya çevirir.

Metaforik açıdan anlaşıldığında her din öyle ya da böyle doğrudur. Ama metaforları olgular olarak yorumlarsanız, başınız derttedir.

***

Daha iyi bir dünya olası mı? Dünyayı düzeltemezsiniz. Kimse dünyayı daha iyi bir yer yapmayı başaramaz. Asla daha iyi bir dünya olmayacak. Dünya böyle, o yüzden ya kabul edin ya da terk edin.

Çorak ülke: Herkesin gerçek olmayan bir hayat yaşadığı, başkaları ne yapıyorsa onu yaptığı, kendi hayatı konusunda hiçbir cesaret gösteremediği bir yerdir çorak ülke.

***

Ölüm korkusunu yenmenin yolu, yaşama sevincini geri kazanmaktan geçer. Ölümü, yaşamın bir karşıtı değil yaşamın bir parçası olarak kabullenirsek yaşamı da koşulsuzca kabullenmiş oluruz.

Theodor Adorno (1903-1969)

Minima Moralia

Anılar çekmecelerde saklanamaz. Hiçbir anı, onu saklayan kişinin geleceğinden hiç etkilenmeyen yüzde yüz güvenceli bir varoluşa sahip değildir: Geçmişte yaşanmış olan hiçbir şey, şimdinin lanetinden muaf olamaz.

***

Kitaplarda aynı düşüncenin çeşitlemeleri gibi duran cümleler, çoğu zaman, yazarın henüz tam hakim olamadığı bir şeyi kavramaya yönelik çabalarının anlatımıdır.

***

Olağanüstü güzel kadınlar mutsuzluğa yazgılıdır. İki seçenekleri vardır. Seçeneklerin birinde, güzelliklerini kurnazca başarıya tahvil etmek vardır. Bunun bedeli mutsuzluktur. Öte yandan, her istediklerini seçebilecek durumda oldukları için, ince eleyip sık dokumadan çok genç yaşta evlenirler ve böylece kendilerini sıradan ve sıkıcı bir yaşama mahkum ederler. Sonsuz olasıklıkları elde tutma ayrıcalığından feragat edip insanların düzeyine inmişlerdir.

***

Mutlu kişi hiçbir zaman mutluluğunun farkında olmaz. Mutluyum diyen yalan söylüyordur. Ancak mutluydum diyen kişi sadıktır mutluluğa.

***

Konformizm, büyük düşünürlerle anlaşmaktan ibaret olsa bile yine de konformizmdir.

***

Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

***

Zeka, bir ahlak kategorisidir. “Bir zihnin ve bir kalbin varsa eğer,” der Hölderlin bir şiirinde, “yalnız birini göster. İkisini de mahkum ederler, ikisini de gösterirsen.”

***

Bir görüş, bir kez dile getirildikten sonra, ne kadar saçma veya yanlış olursa olsun, sırf söylenmiş olduğu için, sahibini boyunduruk altına almakta ve artık ondan kurtulma olasılığı ortadan kalkmaktadır.

***

Bir yazar ne demek istediğini tam olarak anlatabilmişse, güzel yazmıştır. Güzellikten başka bir amacı olmayan anlatım hiç de güzel değildir. Dekoratif ve sanatkaranedir fakat güzel değildir.

***

Mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz. Mutsuz insana evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses. Mutlu adam içinse korunmuşluğunun şarkısıdır.  

Karl Popper (1902-1994)

Bu Yüzyılın Dersi

Çok önemli bir nokta şudur: Eğer “demokrasi” sözcüğü, yunanca aslının anlamı olan, “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak alınırsa, sorunun özünden uzaklaşılır.

Demokrasinin en önemli özelliği, diktatörlükten kaçınma anlamı taşımasıdır; demokrasi tiranlıktan kaçınma biçimidir, hepsi bu.

Churchill’in bir zamanlar dediği gibi, daha kötü olan diğer yönetim biçimlerini saymazsak, demokrasi en kötü yönetim tarzıdır. Çoğunluğun her zaman haklı olduğu iddiası, kesinlikle bir demokrasi prensibi değildir; çoğunluk en büyük hataları yapabilir; hatta çoğunluk, oylarıyla bir despotu bile iktidara getirebilir. Ve çoğunluğun diktatörlüğü, azınlık için korkunç neticeler doğurabilir.

Bir kitabımda (Açık Toplum ve Düşmanları), “Kim yönetmeli?” sorusunun yerine çok daha farklı bir soru önerdim: “Kan dökülmeden hükümetten kurtulmamızı sağlayacak biçimde anayasayı nasıl düzenleyebiliriz?”

Etimolojik olarak “halk iktidarı” demek olan demokrasi sözcüğü, maalesef çok tehlikelidir. İnsanların, Atina döneminden bu yana bu sözcüğün, tiranlığı ve diktatörlüğü önlemek amacıyla hazırlanan bir anayasanın geleneksel adı olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

***

Belki hepimiz güç sahibi olup devleti yönetemeyiz, ama bizi yönetenleri hepimiz yargılayabiliriz.

Seçim gününün anlamı da bu olmalı. Seçim günü, sadece yeni hükümeti meşrulaştıran bir gün değildir, aynı zamanda eski hükümeti yargılamak için her birimizin jüri üyeliği yaptığı bir gündür; onların yaptıkları şeylerden dolayı hesap vermeleri gereken bir gün.

***

Demokrasi halkın yönetimi değildir; olamaz, olmamalıdır!

Karl Popper

Hayat Problem Çözmektir

Tarihçi Fisher diyor ki, “Bir neslin elde ettikleri, bir sonraki tarafından kaybedilebilir.”

Ve kaybedildi de. Onu yeniden kazanmalıyız.

***

Demokrasi asla halkın hakimiyeti olmamıştır, olamaz, olmamalıdır.

Halkın hakimiyeti anlamında bir demokrasi neredeyse hiçbir zaman olmamıştır, eğer olduysa bile, sorumsuz bir keyfiyet hükümdarlığı olmuştur.

Sorumluluk sahibi bir hükümetten yanayım; öncelikle seçmenlerine, ama aynı zamanda, belki de daha fazla, insanlığa karşı ahlaken sorumlu bir hükümetten.

***

Önemli olan, yönetenin “kim” olacağı değil, yönetimin “nasıl” olacağıdır.

Ve asıl nokta: Hükümet kan dökmeden düşürülebilmelidir.

Demokratik bir yönetim biçiminde en önemli şeyin, bir hükümetin kan dökmeden düşürülebilmesini mümkün kılmasında yattığı görüşünü savunuyorum.

Bunun nasıl gerçekleşeceği görece önemsiz görünüyor. Bu kararı, ister seçmenler, ister meclis, ister anayasa mahkemesi yargıçları alsın ama yeter ki çoğunluk kararı olsun.

***

Benim savunduğum türden demokrasi de asla kusursuz değildir. Winston churchill’in alaycı ifadesi buna çok uygun düşer:

“Demokrasi en kötü yönetim şeklidir – denenmiş tüm diğer yönetim şekilleri hariç.”

***

Aslında sadece iki devlet biçimi vardır:

1) Bir hükümetten bir seçim aracılığıyla kurtulmanın mümkün olduğu devletler.

2) Bunun mümkün olmadığı devletler.

Birinci biçime “demokrasi”, ikincisine ise “diktatörlük” ya da “tiranlık” denir.

Walter Benjamin (1892-1940)

Tek Yön

Hayvanlardaki içgüdü, yaklaşan ama daha görünürde olmayan tehlike için onları uyarır.

Fakat bu toplum -ki her bireyi sadece kendi esenliğinin peşinde- hayvandaki o bilinçsiz bilgiden de yoksun, kör bir kitle olarak her türlü hatta en görünür tehlikenin bile kucağına düşüyor. Öyle ki, ahmaklık kemale eriyor bu toplumun içinde. İşte budur, içinde bulunduğumuz durum.

***

“Fakirlik ayıp değil.” Bunu söyleyenler ne kadar ayıp ediyorlar fakire. Ayıp ediyorlar ve onu bu vecizeyle avutuyorlar.

Esas ayıp olan, milyonların içine doğduğu, yüz binlerce insanın da fakirleşerek içine düştüğü bu darlık. Hiçbir zaman, dev bir gölge gibi insanların üstüne çökmüş bu fakirlikle barışık olmamalı.

***

Bir şehri ya da bir köyü ilk defa gördüğümüzde, onun ilk görünüşünü öylesine biricik ve öylesine tekrarlanmaz kılan şey, alışkanlığın henüz yapacağını yapmamış olmasıdır. O yere, yönümüzü bulacak kadar aşina olmaya başladığımızda, o ilk görüntü bir daha asla yeniden belirmez.

***

Yazılarımdaki alıntılar haydutlar gibidir; yol kenarında bekleyip silahlarıyla ortaya çıkar ve okurların kanılarını ellerinden alırlar.

***

Değer verdiğim zarif bir arkadaşım yeni bir kitabını göndermişti; tam kitabı açacakken fark ettim ki, kravatımı düzeltmeye koyulmuşum.

***

Bir kurukafa, kesin ifadesizliği -göz çukurlarının karanlığını- en ürpertici bir ifadeyle birleştirir -sırıtan dişlerle.

***

Saniyelerin koşarcasına geçtiği bir saat gibidir roman kişilerinin tepesindeki sayfa sayıları. Onlara bir kez bile olsun ürküntüyle bakmamış okur var mıdır?

***

İster yüzündeki kırışıklar, lekeler ya da benler olsun, ister üstündeki eprimiş bir elbise olsun, ister yürüyüşünün aksaklığı olsun, bütün bunlar daha bir bağlar seveni sevdiğine.

Fernando Pessoa (1888-1935)

Huzursuzluğun Kitabı

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

***

Karamsar değilim, hüzünlüyüm.

***

Ne kim olduğumu biliyorum ne de ne olduğumu.

***

İnsan her şeyden bıkar, anlamak hariç.

***

Kolektif düşünce ahmaklıktır, çünkü kolektiftir.

***

Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.

***

Ne haz, ne ün, ne iktidar; özgürlük, sadece özgürlük.

***

İroninin iki aşaması vardır. Birinci aşamada “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” denirken, ikinci aşamada “Hiçbir şey bilmediğimi bile bilmiyorum” denir.

***

Benim ahlakım son derece yalındır: Kimseye ne iyiliğin dokunsun ne de kötülüğün. Kötülük yapmayacaksın, öte yandan iyilik de yapmayacaksın. Çünkü ne iyinin ne olduğunu biliyorum ne de niyetlendiğimde gerçekten iyilik yapıp yapmadığımı.

***

İnsan, başkalarına ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler ya herkesin başına gelmiştir ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda ise bizden başkası anlayamaz onları.